Yorgunum Dediğim Anlar İçin Utanıyorum!
Nereye destek gitti, gitmedi,
İhtiyaçlar ne idi, ne gönderildi.
Kimler maddi yardım yaptı.
Hükümet gitmiş, gitmemiş.
Kepçeci var mı, yok mu?
Asker nerede imiş, akut nerede imiş.
Hangi taşın altından ses geldi.
Hangi şehirde, ne kadar yaralı, ölü var.
Herkes her şeyi biliyor!
Haber alma – verme özgürlüğü olduğundan, günümüzde bunlara erişmek normal!
Mesele,
Deprem gerçeğini yıllarca görememekti.
Binalar çökecek, insanlar ölecek, çocuklar anasız, babasız kalacak diye bağıranları duymamaktı.
Deprem için ne yapıldı? Sorusuna toplanma yeri adedi verecek kadar duyarsız kalmaktı.
Beton numarası bilmeden kalfalık sistemiyle bina inşa etmekti.
İmar affını duymak değil de, diğerlerini duymuş olmak mı anormal.
Hükümetin başka kaynak yaratamadığından, kaçak binalardan aldıkları ruhsat paralarını vakıflara, derneklere verdiğini bilmek mi suç.
Araba alırken, ekspertize koşarız, daire alırken sadece kredi için değer ekspertizi yaptırmamız anormaldir.
Her şeyi duyan bizler,
Daire alacakken depreme dayanaklı değil diye vaz geçtiğini ve o müteahhitti veya komisyon alacak diye ballandırarak pazarlayan gayrimenkul şirketini mahkemeye verdiğini duyduk mu?
Mesele,
Sözüm ona inşaatçıların dertleri, imara açılan yerleri kapmak, belediyelerin de ruhsat harcı adı altında makbuz kesmeleridir.
Denetim firmalarının işi bir metre kaldırım için ortalığı ayağa kaldırıp olmadık davalar açmak değildir.
Binaların temelini, betonunu, kirişlerini, kolon demir sarımlarının yeterli olup olmadığına bakmaktır.
Gerektiğin de o imzayı atmayarak, yıkımı sağlamaktır.
Mesele,
Bir imzanın karşılığının onlarca, binlerce insanın canı demek olduğunu bilmektir.
Ya kamu binalarının denetimine ne demeli?
Yaptık, ettik diye böbürlenmeler, yılışık gülüşler, şık giyimler, lüks evler, araçlar, altın makaslarla açılış törenleri…
Kes kurdeleyi hayırlı uğurlu olsun mu?
Yoksa El-Fatiha mı?
Gerçeğin ta kendisi insan canının unutulmasıdır.
Asli olan imza değil, denetimi yapan kişinin vicdanıdır.
Çok kişi her şeyi biliyordu da duymuyor.
Mesele, deprem değil, insanların duyarsızlıkları, menfaatlerini düşünmeleridir...
Binaların altında gelecek ses için “sessizlik” çağrısı gibi yıllarca yetkililerin yangınlara, sellere, hiyerarşiye sessiz kalmasıdır.
Günler geçmesine rağmen, şurada hatalı idim-idik diyen, ben-biz ne yaptık diye şapkasını önüne koyup itiraf eden olmadığı gibi istifa edenim de çıkmamasıdır.
Mesele erdemli davranmak, duyarlı olmaktır.
Dokuz büyüklüğündeki depremde, daha güvenli diye binaların içine kaçan Japonları bildikten sonra bana depremin büyüklüğünden, sosyal medyaya erişilememekten, o, bu, şu yardım etmiş, yağmalar artmışlardan bahsetmeyin.
Kim kimin eşi, çocuğu, torunu bilinmiyor.
Sahipsiz çocuklar hastanede öylece bekliyor. Ne olduğunu bile anladıklarını sanmıyorum.
Mesele, bundan sonra nasıl yaşayacaklarıdır.
Göğsüm daralıyor, yediğim yemekten, uyuduğum yataktan sarıldığım yorgandan utanıyorum. O lanet yatakta yatmıyorum. Orada uyumayacağım.
“Yorgunum” kelimesinin gereksiz olduğunu anlayamadığım için kendime çok kızgınım çok…
Sonuç ne mi?
Ses varken ekip yoktu.
Ekip varken, ekipman yoktu.
Ekipman varken ses yok.
Sorun bundan ibaret…