09 Ekim 2024 Çarşamba
Bir insanın gelebileceği en yüksek mertebe güvenilir insan olmaktır. Doğan Cüceloğlu.
Söz insana insanda söylediği söze yakışmalı, güven vermelidir.
Güvenmek; sevmekten daha değerlidir.
Bütün dünya sırtını dönse bile sana güvenen, sarılmak için bekleyen biri varsa asla yıkılmazsın.
Anlam veremediği kâbusla uyandı. Tüm odaların camları açıktı. Üzerinde hiçbir şey olmamasına rağmen ter içinde uyanmıştı adam. Ne gördüğünü hatırlamaya çalıştı. Kendini zorladı. Hatırlamadı.
Gözleri açık gardırobun rafında kenarı görünen pembe t-shirte takıldı. Kime ait olduğunu biliyordu. Oysaki her şeyi atmıştı. O an iyi, güvenilir insan diye düşündüğü kişilerin, beş para etmediğini arkasından nasıl hançerlediklerini hatırladı.
Gök delinmiş gibi yağmur yağıyordu. Kendi kendine güldü. Yatağından adeta takla atarak kalktı. Camın önündeki çalışma koltuğuna oturdu. Yağmurun sesini dinliyordu ki, yatakta iken aklına düşen cümlenin öncesinde olanları film izler gibi beyninin içinde izlemeye başladı.
Gecelik ilişkiye girme çabalarını, yalakalıklarını sürekli arayıp mesaj yazarak tekliflerini, bunu yaptıkları kişi onlara da ihanet etmiş her şeyi, mesajlarını göstererek, “senin arkadaşım dediklerin bunlar” diyerek anlatıyordu.
O an duydukları, okudukları içinde rengârenk yeşerttiği güzellikler ve de güveni, çiçeğin solması gibi bir anda sanki kurumuştu.
Babasının, ‘Sen iyi isen karşındaki de iyidir. Sen kötü isen karşındaki de kötüdür’ sözünü toz konduramadığı sevgilisinin yalanlarına kandığı o günlerde unutmuştu. Kabahati gü-ven-miş-ti.
Adam, kendi içinde bulduğu dinginliği, huzuru ve sadeliği hiçbir dış unsurda bulamıyordu. Neden insanlardan uzaklaştığını, neden kendi dünyasında yaşamayı tercih ettiğini daha iyi anlıyordu. Belli ki dışarıda onu anlayan, onun değer verdiği şeyleri görebilen az insan vardı. Hayal kırıklıkları gözünü açtığından beri dış dünyanın renkli ve cezbedici yüzeyine artık kanmıyordu.
Irkımı sordu
İnsan dedim
Dinimi sordu
İnsan dedim
Kıblemi sordu
İnsan dedim
Yolumu sordu
İnsan dedim
Alışık değildi, çekip gitti!
Tıpkı bu dizelerde Aziz Nesin’in yazdığı gibi idi. Atatürk’ü sevmeyenlere yıllarca hizmet etmiş, onlarla düşüp, kalkmış aynı masalarda kadeh kaldırıp, yüzüne, tenine dokunulmasına izin veren o, sonunda güveni bahane ederek kaçıp gitmişti. Doğruları söyleyen, onu korumaya çalışan kişilere alışık değildi. Maalesef, alışık olmayan kıçta da don durmuyordu.
Şimdi varlığı birilerini deli etse de uzaktan gizli gizli izlemelerine kahkahayla gülüyor.
Yağmur şiddetini azaltmış. Güneş bulutların arasından kendini göstermeye başladığını cama vuran yansımasından fark ettiğinde, bir yerler de gökkuşağı çıkmıştır diye aklından geçirdi.
Duşa alıp, tıraş olmalı, kremlerini sürüp, giyinip çıkmalıydı. Gerçekte ise evinde kalıp, kahvesini yudumlarken kitap okumak istiyordu. İşe giden insanları görünce bu düşüncesini defetti.
Sıcak tenine değen soğuk suyun keyfini çıkarırken, insanlar hep bir ayıp ararlar. Cahil insanlar da bunu yayarlar. Aptal insanlar da buna inanırlar. İnsan olan insanlar da; belki bilmediğim bir mazereti vardır der meseleyi kapatırlar diye aklından geçenlerle konuşuyordu.
Her gün sinekkaydı tıraş olurdu. Ayna karşısında kendiyle yüzleşmeyi seviyordu. ‘Bazen kendini ispat etmeye çalışmak, insanın asaletine yaptığı en büyük saygısızlıktır.’ Cümlesi sesli olarak çıkmıştı dolgun dudaklarından…
Giyindi. Her sabahki gibi duasını okudu. Yağmurdan eser yoktu. Güneşin sıcaklığını hissetti. Mutlu bir şekilde dikiz aynasına bakarak gülümsedi. Merhaba Ekim, Merhaba yurdumu Cumhuriyet gibi aydınlatan Güneş diyerek yeşil ışıktan hızla geçti.
Eylül, yapraklarını döküp gideli çok olamamıştı. İşine doğru giderken yolunun üzerinde ağaçların altlarında kuruyan kahverengi damarlı yapraklar gözüne ilişti. Radyoda bir Eylül ayında sevenlerini bırakıp giden Neşet Ertaş’ın seslendirdiği türkü çalıyordu.
GARİP BÜLBÜL GİMİ FERYAT EDERİZ
CEHALET(CAHİLLER) ELİNDE KÜSKÜN KEDERİZ
HEP YOLCUYUZ BÖYLE GELİR GİDERİZ
DÜNYA SENİN VATANIN MI YURDUN MU?
Kararı net idi. Kimsenin ne istediğini bilmediği yanıyla, savaşmayacak, kimseye gözü kapalı güvenmeyecek inanmayacaktı.
Aracını park etti. Ekim gelmiş olsa da Eylül henüz gitmedi diye aklından geçerken, ‘Olsun, daha Kasım var’ dedi.
Karşısına çıkan ilk kişiye mutlu enerji dolu gülümseyerek seslendi. “GÜNAAYDINNNN”
İnsan doğduk ama olabildik mi?
İnsanlık, fedakârlığın temel ahlaki değerleri ile ilişkilidir. Ve bir erdemdir.
Psikoloji profesörü Peterson ve pozitif psikolojinin kurucusu sayılan Seligman, insanlığı, tüm kültürlerde tutarlı olan altı erdemden biri olarak sınıflandırır.
Yani insanlık, sevgi, fedakârlık ve sosyal zekâ tipik olarak bireysel güçlerdir.
Gazeteler, televizyon kanalları, sosyal medya hesaplarında her gün insanlık dışı taciz, istismar, insan ve hayvan cinayet haberleri var.
Adam, insanlık Erdemlik ise bunları yapan insan olamaz dedi.
Sonra, insanlıktan çıkmak sadece bunlar değil diye düşüncelerine eklediği sırada yürüdüğü yolda ağaç ve dallardan gökyüzü adeta görünmüyordu. Zemin, kuruyan toprak üzerine düşen kırılmış dallar, kurumuş yapraklarla kapanmıştı.
Sabah saatleri idi. Karıncaları izlerken onlara basmamaya özen gösteriyordu. “Karıncayı sevmeyen insan olamaz” diye düşündü.
Karıncaların çabaları ona bir şeyleri düzeltmek için kendini yıpratışını, gereksiz konuları uzatışını, insanlar kırılmasın diye kendini kırışını hatırladı.
Daldan dala konan Çalıkuşunun nameleri ile kendine geldiğinde, insanların yüreğinin güzelliğinin de Çalıkuşu gibi yüzüne, sesine, konuşmasına, yazdıklarına, yaptıklarına yansıdığını düşündürdü.
Evet, birkaç kez tecrübe etmişti. Sevdiğinin istekleri olduğunda veya olmadığında sesinin, yüzünün, sarılmasının, öpüşünün hatta yürüyüşünün değiştiğini gözlemlemişti.
Birden ürperince o anıları hücrelerinden atarcasına kovdu. O an anladı ki bütün mümkünlerin kıyısında, gerçekler yalandan ibaretti. Gerçek olan sadece sevgisi idi ve o sonsuzlukta yankılanacaktı.
Kendine şunu söyledi.
Kalbini hayatın telaşından arındır ve sessizliğin derinliklerine dal. Gerçek huzur, dışarıdaki gürültüde değil, insanın kendi içinde bulduğu sükûnettedir.
Eğer bir şey seçebilseydim. Yanlış tercihleri, boşa harcanan emekleri ve acıdan başka bir şey vermeyenleri değil, unutmayı seçerdim.
Üzeni üzecek kadar kötü kalpli değilsin, inatla ve ısrarla okumaya devam et.
Biliyorsun ki; Eğitimsizliğe ve cehalete maruz bırakılan toplumlarda ilk çöken önemli unsur ahlaki yapı ve de insanca yaşama şeklidir.
Maalesef sistemli planlı bir şekilde toplumu cahil ve niteliksiz bıraktılar kültürel emperyalizm popüler kültürle toplumu vasatlaştırdı. Ahlaksızlaştırdı. Ve de vicdansızlaştırdı.
Sonuç, kimileri mutsuz, herkes sağlıksız ve kimsenin can, mal güvenliği yok.
Sevgiyi zenginlerin mallarında, mülklerinde, ceplerinde değil, “seviyorum seni” diyenin gözlerinde aramak olduğunu, yıldızı görmek için karanlığı beklemenin manasızlığını aklının derinliklerine kazı.
Ormanlık alandan çıkıp tepede oturduğunda havanın serinliğini hissetti. Haberlerde sıcaklığın düşeceğini, yağmur yağacağını duymuştu.
Güneş, alev topu şeklinde batarken muhteşem görünüyordu.
Kitabına döndü. “Başkaları size iftira attığında, kendinizi doğrulmak için zaman kaybetmeyin! Sayfayı çevirin ve hayatın tadını çıkarın. Çünkü sizi iyi tanıyan insanlar, asla size iftira atmazlar.”
Üzerine düşen yağmur taneleri gibi kişiliğine atılan iftiralardan kurtulmak için nasıl çabaladığını ne dil döktüğünü anımsadı.
Adam, insan Deniz gibidir. Sadece yüzeysel bilinir. Derinliklerinde ne saklar. İçinde ne fırtınalar kopar söyleyemez. Sadece sessizce akar gider diye aklından geçirirken kitabını kapattı. Ve sustu…
Biliyordu ki, susmak aslında müthiş bir çığlıktır.
Ahmet Ümit’e kulak verdi.
Yürek aklın önüne geçiyor.
Sevmek diyorum, herkes aşk anlıyor.
Oysa sevmek diyorum cancığımız,
sadece sevmek.
Uçsuz bucaksız, sınırsız, sorumsuz
sevmek.
Yani, umudunu yitirme sakın..
Kûn fe yekûn de. “Allah ol der ve olur”
Sevdiğinin, ‘Seviyorum’ dediğinin yalan olduğunu anladığında adam kendine şunu dedi.
Üzülme.
Yara aldığın yerden yeşerirsin. Yeter ki iste ve hayata tutun.
Adam zaman buldukça sahile iner denizle dertleşirdi. Yaşanmışlıkları hatırlarken “gerçekten de seviyor olsa idi bana benzemeye başlar, kaybetmemek için bir şeyler yapar şaşırtabilirdi” diye düşündü.
Denizin sakinleştirici gücü karşısında çoktan derinlerine dalmıştı. Dış güzelliğin içten geldiğine inanırdı.
Kimse terk etmek için sevmez, kimse yarı yolda bırakmak için âşık olmaz. Ancak, bazıları menfaatinin bittiği ilk durakta iner.
Erich Fromm gerçek sevgiyi şu cümlesiyle tanımlamıştır.
“Bir insanı, hiçbir sebep yokken yüreğinizde sıcacık hissediyorsanız. İşte bu gerçek sevgidir.”
Şimdi anlıyor ki, zorlamakla ilişki yürümüyor. Kalp atacak sevgi olmalı.
Bir gün şöyle demişti, aşkta onur, gurur olmaz. Şerefimi dahi senin için ayaklar altına attım. Bunu derken aslında sevginin kusurları yok etmediğini onları da kabul ettiğini ifade ediyordu.
Seviyordu, düğümlenmişti. Başkalarına kör ve sağır olmuştu.
Uçsuz bucaksız bulutlara bakarken, bir bahane bulup aramaları düştü aklına karşılığını görmeyeceğini bile bile arıyor, yazıyorrr, yazıyordu. Aslında çok güzel seviyordu, sevdiceğini.
Özlediğinde aniden karşısına çıkmış, gözlerine bakarak, sen olmayınca yüreğim sıkışıyor kötü bir şey olacakmış gibi his doğuyor içime demişti.
Kadın gözlerini kaçırarak “Bana öyle bakma kötü oluyorum” cümlesinin yalan olduğunu fark edememişti.
Kuruyarak düşen yapraklara basmamak için yürümeye çabalarken Eylül sabahında Sophokles’in sözünü hatırladı.
“Kader, harekete geçmeyen kişiye asla yardım etmez.”
Saatlerce yürüyordu. Her zaman gittikleri mekâna geldiğini fark ettiğinde oturdu.
Dalgaların hışırtıları içinde, “açacağım kapılarımı aşka, sevgiye giren girsin ”diye sayıkladı.
Geçmişte yaşadıklarını anımsadı. Basit bir insana verdiği değeri, değer verdikçe ne şekilde ezildiğini hatasının ise kendini vazgeçilmez sanılma hazzını verdiğine kanaat
etti. O kişilikteki insanın değer gördükçe kendisini de yücelteceğini sanarak hata yapmıştı.
Çünkü o yücelmesini bırak, ayakta durması yerine sürünmesini istemişti.
Bundan sonra kime değer vereceğine dikkat edecekti.
Birinin gidişi diğerinin gelişini hazırladığı gibi bir şeyin bitişi ise diğerinin başlangıç olacağına inanmaya başlamıştı.
Lev Tolstoy, “Sevdiğin insanları kaybetmeye alıştığın zaman, hayatı önemsememeye başlıyorsun” der.
Adam kendine şunları tembihledi.
Unuttuklarımız, unutamadıklarımız var. Bir de unutmaya çalıştıklarımız. Bu nedenle ne gidişlerden kork, ne de bitişlerden.
Kendini eksilterek başkasını tamamlayamazsın. Eğer bunu yaparsan sen, sen olamazsın.
Doğru İnsan, seni hayatla ve kendinle kavga ettirmeyen, seni sana sevdirendir.
Ve Hz Ali’nin sözünü unutma. “Allah seni özgür yaratmış iken başkasının kölesi olma”
Hiç kimseyi, başkalarının anlattığı hikâyelere göre yargılama, dinlediğin şarkılara, izlediğin filmlerle kıyaslama, hepsi o sosyal medyada olmak istedikleri gibi yazılan gerçek olmayan sanal yaşamlardır.
Terleyen yüzünü silerken, Temmuz çoktan bitti. Ağustos da bitecek.. Eylül’de elleri üşüyecek.., Isınmak için el arayacak, bulayamayınca tek suçlu senmişsin gibi sadece sana küfredecek, diyerek ne kadar çok tanıdığının bilinciyle gülümsedi.
Olsun dedi adam.
İç çekerek öyle güzel bir şey olsun ki, tüm kötülükleri unuttursun.
Aracından her an lazım olur diye tedbir için bıraktığı kalemi ve not defteri alarak.
Diğer aylar da güzeldir de Eylül, şiirdir, yazıdır, sanattır.
Hoş geldin Eylül. Sararıp dökülen sadece yapraklar olsun…
Ama insanlık baki kalsın, hep mutlu kalalım…diye yazdı.
Sonra;
Sahi haberin yok tabi.
Bu gece de diğerleri gibi düşlerimde öptüm seni.
Ellerin, ellerini sevdim.
Avuçlarının ayasını kokladım. Öptüm, öptüm.
Bunu niye yazdım diye düşünerek yırtıp tam atacakken, Eylül’ün hatırını düşündü yırtmaktan vaz geçti.
Ve dedi ki kendine;
İnsan ancak sustuklarını duyan biriyle bir ömür geçirebilir…
Ulusunu kurtarmak için, yaşamından vaz geçtin. .
Sosyal birisi idin, yurttaş gibi yaşayamadın.
Duygusaldın, aşkı tadamadın.
Hanedanlığa son verdin.
Devrimler, köprüler, yollar yaptırdın.
Fabrikalar, okullar, camiler inşaa etmek yetmedi.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ kurdun.
Daha yapmak istediklerin vardı.
Ömrün yetmedi.
İstedin ki,
Türk, okuryazar, gelişsin, modern olsun,
İlim, bilim insanları çoğalsın.
Sanatçıları, doktorları, Dünya’ya açılsın.
Mühendisleri ülkeyi yeniden inşa etsin.
Şöyle dedin, “Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve güvenç istiyor, ilim ve bilgi istiyor, yüksek uygarlık, özgür düşünce ve özgür görüş istiyor. Şeref, namus, bağımsızlık, gerçek varlık, vatanın bu isteklerini tamamen ve acele yerine getirmek için esaslı ve ciddi bir biçimde çalışmayı emreder.
İstedin ki,
Yolları, fabrikaları, köprüleri her köye ulaşsın.
Uçak, otomobil, demir çelik fabrikaları olsun.
Köylüye, çiftçiye değer verilsin.
Tarım arazileri çoğalsın, ihracat artsın.
İstedin ki,
Laik olalım,
Dini siyasetten uzak tutalım.
Devlet işlerini, spora, sanata karıştırmayalım.
Mezhepleri ayrılıkları olmasın.
İnsanlar kendi inançlarına göre yaşasın.
İmam imamlığını, vekil vekilliğini, memur memurluğunu yapsın.
Napolyon “Para para para” derken, sen “YA BAĞIMSIZLIK YA ÖLÜM” dedin.
İstedin ki,
Kadınlar korunsun, seçsin, seçilsin.
Kâğıt fabrikalarımız olsun, matbaalar gelişsin.
Basın, bağımsız olsun…
Öğrenciler antlarını okusun, Türk olarak yetişsin.
Gücünle, aklınla Dünya’ya hâkim olacakken, “TÜRKİYE ve TÜRK” dedin.
Sevdanı anlatırken şöyle demiştin. “Efendiler, asırlardan beri, Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi!…
Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir biçimde karşılayabiliriz: O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şeyi düşünmemek. Ancak bu düşünceyle hareket ederek her türlü esenlik ve mutluluk hedeflerine ulaşabiliriz.”
Diktatör da olabilirdin, yapmadın. Durmadın.
Osmanlı döneminde kurulan yabancı bankaları görmezden gelip, Kendi paranla banka kurdun.
Malını, mülkünü kurtardığın yurt gelişsin diye harcadın.
Ağaçların önemine değindin. Şatafatlı yaşam alanları yerine Orman Çiftliğini kurdun.
Türk’ü o kadar iyi tanıyordun ki, yüz yıl önce olabileceklerin önüne geçelim diye, öğütler bıraktın.
Mesela şunu dedin;
“Zorba hükümetler, ne şekilde olursa olsunlar kalıcı olamaz, ayakta kalamazlar. Özgür bir ülkede ise yasalara uymak koşuluyla hükümetin buyruklarını eleştirmek de kınamak da doğrudur. Özgürlük sınırları ne kadar geniş tutulursa, hükümet o ölçüde sağlam olur.”
Sen, Tam 100 yıl önce, Büyük Taarruz başladığında 208 bin kişilik Türk ordusuyla, işgalci 225 bin kişilik işgalci Yunan ordusuna meydan okuyarak 30 Ağustos günü Başkomutan Meydan Muharebesi kazandın.
Önce Bağımsızlık dedin, sonra uygarlık savaşıyla Türk milletini yok olmaktan kurtardın.
Adına Zafer Bayramı denildi.
Amma adın kurumlardan kaldırılmak istendi.
“Türkiye Cumhuriyeti” ibaresi yok sayılmak istendi.
Bayramlarımıza, Cumhurbaşkanı olarak katılmamak için devlet memuru gibi rapor alıp hastayım demedin. Son ulusal bayramı ayakta duracak gücün dahi yokken izledin.
Kurtardığın kutsal topraklar da dalgalanan bayrağımızı indirmek istediler.
Büstlerini yıkmak istediler.
Bunlar için özür dilememiz canını daha mı acıtır PAŞAM..
Böyle devam etmeyecek, izin vermeyeceğiz.
Cumhuriyet’i ilelebet yaşatacak kadar çoğunluktayız.
Yeşil sermaye baronlarına satılanları tek tek geri alacağız.
Avrupa’nın istemediği, bizi içten karıştırmak için gelen yabancıları, dediğin gibi “Geldikleri gibi göndereceğiz.”
Bunu yapacak kudret damarlarımızdaki senden gelen asil kanda mevcuttur.
Vee söz veriyoruz ki, İmamlar camilerde sadece dinimizi öğretmek için var olacaklar. Asla devlet işlerine karışmayacaklar.
Spor müsabakalarında, zeki, çevik akıllı olanlar kazanacak.
Doktorumuz, mühendisimiz yurt dışına gitmeyecek, ülkelerinde TÜRKİYE’nin daha ileriye gitmeleri için çalışacaklar.
Paşam, dün kurtardığın topraklar da, milyonlar sizi anmak için ayakta idiler.
Yer, gök meşalelerle aydınlandı.
Marşlar, şarkılar sizin için söylendi.
Türk Bayrağı altında yürürken senin bizleri ayakta izlediği biliyorduk.
Rahat uyu ATAM…
Biliyoruz ki, sen bu ülkeyi var etmese idin, biz şimdi bu satırları dahi yazamıyor,
Olmasa idin, belki de bu şekilde dünyaya gelmemiş olacaktık.
Biliyoruz, İlke ve inkılapların olmasa idi.
Kadınlarımız haklarını savunamayacak, hatta seslerini dahi çıkartamayacak,
Gençlerimiz hedeflerinde yürüyemeyecekti.
Biliyoruz ki, Türkiye olmayacaktı.
Başkomutanım Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Zafer Bayramımız kutlu olsun…
23. Tümenin ve sizlerin ruhları şad olsun…
İlk hatırladığım, 1989 yıllında Bulgaristan’dan Müslüman Türkler yoğun olarak vatanlarına, Türkiye’ye göç etmişlerdi. Çoğu belki okuryazar değildi. Ancak çok çalışkan, becerikli idiler. Kalabalık aile olduklarından düşük maaş onlar için sorun olmamıştı. İşverenler tercih etmiş, Lakin birçok yurttaşımız da işsiz kalmıştı. Nüfusumuz 53 milyon 65 bin kişi idi. Huzurluyduk.
Ülkemize göçler, Romanya, Suriye, Arap ve Afganlılarla devam ediyor. Huzurlu değiliz.
Göçmenleri, sigortasız ve düşük ücretle çalıştıran, işveren mutlu,
Vatandaş yapıldılar. Oy aldılar. Siyasiler mutlu.
İşçimizin hakkı istenilen düzeye ulaşamadı, mutsuz.
Nüfus, 83 milyon 614 oldu. Huzurumuz kalmadı.
Keşke bunlarla kalsalardı iyi idi de, maalesef öyle olmadı, olmuyor.
Ülkede bu kadar işsizlik varken, göçmenler için, “Bu insanlar vatandaşlık alsın ki kurum ve kuruluşlara işe girsin.” Söylemi olmayan keyfimizi iyice kaçırdı.
Daha vahim olan ise, ülkemizde bize diklenebiliyorlar. Yarım yamalak konuştukları dilimizle “Türkçe konuş” cesaretini dahi gösteriyorlar.
Trafikte kuralı ihlal ederler, daha “Ne yapıyorsun” diye soramadan, ya silah çekerler ya baltayla saldırırlar.
Gecenin bir vakti eline ne geçirirse saydırmaya başlarlar.
Sayıyorum 1,2,3,4,5,6,7,8 bitmiyor.
Hastaneler de, kurumlarda aklınıza gelebilecek her yerde öncelikli göçmenler. Vergisini ödeyen bizler ise ikinci vatandaş. Saygımız kalmadı.
Sokağa çıkınca kendi yurttaşımızdan çok onlarla karşılaşıyor olduk.
Bildiğiniz, Vatanımızda yabancı olduk vesselam.
Mesele AB’den alınan 3 milyar Euro ise, peşin alınan vergilerimiz ve Atalarımızın toprak için aldığı, verdiği canlar ile kendi topraklarını savunmayı bırakıp rahatları düşünüp kaçıp geldikleri unutulmasın…
Keyiflerine göre Vatanımızda can almalarına, huzursuzluk yaratmamalarına çareler bulunmalı.
Her gün, göçmenlerin yaptıkları gasplar, çocuk istismarları, kavgalar, cinayetler duyuyoruz.
Aman ses çıkartmayın paraları var. Esnaf iş yapar. Evlerimizi 3 kat fazlasına satarız. Kira bedelleri 3 kat artar dedik. Araplara ülkenin her yerini sattık.
Yurttaşım,
İşsiz, çöpten yiyecek topluyor.
Üniversiteyi çileyle, krediyle bitiren genç, sürünüyor.
Atanamayan öğretmen, sağlıkçı intihar, ediyor.
Geçim derdindeki polis buhran geçirip, şakağına beylik tabancasını, dayıyor.
Doktor, hemşire dayak yiyor.
Bakkal, vay nasıl veresiye vermedin, linç ediliyor.
Şortla sokağa çıkan kadın, taciz ediliyor.
On yaşındaki çocuklarımızın başörtüsü yok, aşağılanıyor.
Diğer taraftan,
Van’da tarlayı ezen, Afganlı.
İstanbul, Moda’da Taliban bayrağı açan, Afganlı.
Kazlı Çeşme’de kamuflajla dolaşan, Afganlı.
Sokaklarda dilenen Suriyeli.
Evlere, dükkânlara giren hırsız Suriyeli.
Otoparklarda da değnekçiler yapan Suriyeli.
Mağazalara da çalışanları aşağılayan, İranlı.
Lüks arabalar kiralayıp çarpıp kaçan, İranlı.
Sahillerde, ellerinde şişelerle, yüksek sesle müzik dinleyen, İranlı.
AB’den üç kuruş para alınıyor diye, vatanımız da bizleri değersizleştirmeye hiç kimsenin hakkı yok.
Yarın, daha önce yapıldığı gibi kilit noktalarına bunları da getirir. Yıllarca bizi yıkmak isteyenlerin yapamadıklarını bunlara yaptırırız.
Allah korusun işte o vakit Vatanımıza tamamen yabancı olur. “Komşii paşaport” denirse şaşırmayalım.
Garip olan, Afganlılar, Suriyelilerden, Suriyeliler Afganlardan, İranlı her ikisinden memnun değil.
Vallahi, Vatanımızda yabancı olduk.
Kıssadan hisse;
Mustafa Kemal, Suriye cephesinde Yıldırım orduları komutanı iken, Mondros imzalanmıştır.
13 Kasım 1918’ de İstanbul’a çağrılan Mustafa Kemal, geldiği vatan sularında itilaf donanmalarını görünce, yanındaki endişeli yaverine, sakin bir o kadar öfkeli ve azimli sesle, “Evet gelirler, gelirler ama bir gün de geldikleri gibi giderler” der.