DOLAR 34,2370 0.34%
EURO 37,1750 0.29%
ALTIN 2.977,360,80
BITCOIN 23301171.02855%
Trabzon
14°

HAFİF YAĞMUR

12:54

ÖĞLEYE KALAN SÜRE

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

09 Ekim 2024 Çarşamba

Türkiye’de Beyin Göçü Alarm Veriyor!

Türkiye’de Beyin Göçü Alarm Veriyor!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2021-2023 dönemine ilişkin yükseköğretim beyin göçü istatistiklerini açıkladı. Verilere göre yükseköğretim mezunlarının 2015’te yüzde 1,6 olan beyin göçü oranı, 2023’te yüzde 2’ye yükseldi. Göç oranının kadınlarda yüzde 1,6, erkeklerdeyse yüzde 2,4 olduğu görüldü.

Beyin göçü üzerine değerlendirmelerde bulunan Sosyolog Prof. Dr. Barış Erdoğan, beyin göçünün, genellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru gerçekleşen bir olgu olduğunu söyledi.

Prof. Dr. Barış Erdoğan: 

“Bir de ‘sanal beyin göçü’ var. Bu ne anlama geliyor? Günümüzde internet aracılığıyla birçok gencimiz, Türkiye’den hareket etmeden, yurt dışındaki firmalar için çalışıyor. Yani, bedensel olarak Türkiye’deler ama beyinleri yurt dışı için çalışıyor.” 

Üsküdar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Barış Erdoğan, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı beyin göçü dalgasını değerlendirdi.

Yurtdışına göç edenlerin çoğu yüksek eğitimli ve kalifiye gençler…

Prof. Dr. Barış Erdoğan, yurt dışına göç edenlerin çoğunun yüksek eğitimli ve kalifiye gençlerden oluştuğunu belirterek, “Bir ülkeye baktığımızda, eğitimli, kalifiye ve özellikle bilişsel faaliyetleri yoğun mesleklerde çalışan kişilerin göç etmesi, beyin göçü olarak tanımlanır. Geçmişte Türkiye’den çoğunlukla kol gücüne sahip insanlar göç ederdi; ancak günümüzde ülkemizin en değerli insanları göç ediyor.” dedi

‘Sanal beyin göçü’ ne anlama geliyor?

Beyin göçünün, genellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru gerçekleşen bir olgu olduğuna işaret eden Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Bu, görünen beyin göçü. Bunun yanı sıra bir de ‘sanal beyin göçü’ var. Bu ne anlama geliyor? Günümüzde internet aracılığıyla birçok gencimiz, Türkiye’den hareket etmeden, yurt dışındaki firmalar için çalışıyor. Yani, bedensel olarak Türkiye’deler ama beyinleri yurt dışı için çalışıyor. Gizli beyin göçü olarak adlandırılan bir durum. Yurt dışı firmalar için Türkiye’de çalışıp, o firmalara hizmet sunuyorlar.” diye konuştu.

Bir ülkenin en değerli kaynağı insan sermayesi; bu sermayemiz yavaş yavaş elden gidiyor

Beyin göçünün Türkiye açısından tehlikeli bir boyuta ulaştığını vurgulayan Prof. Dr. Barış Erdoğan, “TÜİK’in açıkladığı rakamlar, 2008 ile 2017 yılları arasında mezun olup bu tarihlerden sonra yurt dışına gitmiş kişileri kapsıyor. TÜİK net bir rakam vermemiş olsa da bu zaman diliminde mezun olanları yüzde 2 olarak varsaydığımızda, yaklaşık 49 bin kişinin yurt dışına gittiğini söyleyebiliriz. Ancak bu 49 bin kişi ile sınırlı değil. 2017’den 2023’e kadar mezun olanların yurt dışına göç durumunu henüz bilmiyoruz. Asıl yoğunluğun, hepimizin çevremizde sıkça karşılaştığımız gibi, bu dönem içinde olduğunu düşünüyoruz. Eskiden bir ülkeyi sömürmek için madenlerine gidilir, ele geçirilirdi. Artık buna gerek yok. Bir ülkenin en değerli kaynağı insan sermayesi; ancak bu sermayemiz yavaş yavaş elden gidiyor. Bu durum oldukça tehlikeli.” şeklinde konuştu.

Beyin göçünün iki temel nedeni var

Beyin göçünün iki temel nedeni olduğunu ifade eden Prof. Dr. Barış Erdoğan, şöyle devam etti:

“Ben de yurt dışında bir dönem yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim: Beyin göçünün iki temel nedeni var; birincisi itici, ikincisi ise çekici faktörler. İtici nedenler, insanların neden buradan ayrılmak istediğiyle ilgili. İlk olarak, istihdam olanakları oldukça sınırlı. Örneğin, moleküler biyoloji gibi alanlarda Türkiye’de ne kadar istihdam gücümüz var? Ne üniversitelerimiz ne de özel sektörümüz yeterli kapasiteye sahip. Amerika Birleşik Devletleri’nde sadece Harvard Üniversitesi’nin bağışlarla birlikte bütçesi yaklaşık 50 milyar dolar. Bizim 200 üniversitemizin toplam bütçesi ise 10 milyar doların bile altında. Tek bir üniversite ile 200 üniversitemizi kıyasladığınızda, burada sunulan olanakların özellikle teknik alanlarda ne kadar yetersiz olduğunu görebilirsiniz. Aziz Sancar Türkiye’de kalsaydı Nobel ödülü alabilir miydi? Uğur Şahin Türkiye’de eğitimine ve çalışmalarına devam etseydi, aynı başarıları elde edebilir miydi?”

Eğitim imkanları beyin göçü için çekici faktör haline geliyor

Gelir düzeyinin, özellikle son yıllarda Türkiye’deki ekonomik kriz gibi etkenler nedeniyle oldukça düştüğünü, öte yandan, yurt dışında çok daha iyi yaşam koşulları ve olanakların olduğunu dile getiren Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Batı ülkeleri uzun yıllardır, mavi yakalı işçiler ve genel olarak göçmenler için şartları zorlaştırsa da eğitimli insanları çekmek için aksine kolaylık sağlıyorlar. Almanya, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkeler, mavi kart veya Green Card gibi imkanlarla beyin göçüne yönelik politikalarını iyileştiriyorlar.” dedi.

Dünyada en çok beyin göçü çeken ülkeler…

Dünyada en çok beyin göçü çeken ülkelerin Amerika Birleşik Devletleri; ardından Almanya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Fransa, Belçika gibi ülkeler olduğunu da söyleyen Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Beyin göçünün merkezi Amerika Birleşik Devletleri’dir. Hatta ABD, Kanada’dan bile beyin göçü alıyor. Çünkü en büyük bilişim firmaları, en büyük laboratuvarlar orada. Sadece tek bir Amerikan üniversitesinin bütçesi, Türkiye’deki 200 üniversitenin toplam bütçesinin 5 katı. Özellikle yapay zeka, moleküler biyoloji, genetik gibi alanlardaki gelişmeler, bu alanlarda güçlü bir ekosisteme sahip olan Amerika’yı cazip hale getiriyor. Türkiye’den bu alanda başarılı bir firma çıkabilir; fakat, bu tek başına yetmez. Bu başarıyı destekleyecek bir sektör ekosistemine, uygun bir kurumsal zihniyete ve iklime ihtiyaç var.” şeklinde konuştu.

İlerleme şansı azalınca…

Bir firmaya ya da üniversiteye girildiğinde uygun bir iklim olmadığı zaman birçok bürokratik engelle karşılaşılabildiğini kaydeden Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Bu da insanın ‘Burada ne işim var?’ diye sormasına yol açıyor. Kişi önünün kesildiğini, ilerleme şansının azaldığını düşünüyor. Amerika Birleşik Devletleri açık ara önde gidiyor; Almanya bu konuda istisna olarak öne çıkıyor.” dedi.

Sadece gençler değil, orta yaş üzeri insanlar da yurt dışına göç ediyor

Hangi bölümlerde daha fazla yurt dışına gidiş olduğuna ilişkin de literatürde “STEM” denilen Türkçeye çevirdiğimizde “Bilim, Teknoloji, Mühendislik ve Matematik” olarak ifade edilebilen alanların, en fazla ilgi çeken ve rağbet gören alanlar olduğunu ifade eden Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Türkiye’den baktığımızda ise moleküler biyoloji ve genetik gibi alanlarda mezun olan her 10 kişiden 2’si yurt dışına gidiyor. Aynı durum, işletme, mühendislik, matematik, istatistik ve diğer mühendislik alanlarında da geçerli. Günümüzün ve geleceğin dünyasında, veri işleme ve veri anlama oldukça önemli; çünkü yapay zekâ mantığını bunun üzerine kuruyor. Bu nedenle teknik alanlarda çalışan insanlarımız, sadece gençler değil, orta yaş üzeri insanlar da yurt dışına göç ediyor. Ya fiziksel olarak gidiyorlar ya da bahsettiğim gibi sanal olarak göç ediyorlar; yani bedenleri burada kalırken beyinleri yurt dışı için çalışıyor.” diye konuştu.

İmkânlar değiştikçe, geri dönme arzusu da artabilir…

Global dünyada beyinlerin çok hızlı bir şekilde hareket ettiğini dile getiren Prof. Dr. Barış Erdoğan, şöyle devam etti:

“Diğer ülkeler de bu durumu destekleyerek kendilerine çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ancak, burada yeterince imkân sağlanmadığı için insanlar farklı fırsatları değerlendirip rahatlıkla yurt dışına gidiyorlar. Gerçekten bir yere gitmek kolay değil; kültürel entegrasyonu sağlamak, dil problemleri gibi zorluklarla karşılaşmak kaçınılmaz. İnsan, vatanı gibi hiçbir yerde olamaz. Ancak, artık bu göç, bir umuda yolculuktan ziyade umutsuzluktan kaçış haline gelmiş durumda. Yine de dönmek mümkündür. İmkânlar değiştikçe, geri dönme arzusu da artabilir.”

Yurt dışına gidenler arasında kadınlar mı daha çok, erkekler mi? 

Göç olgusunun genellikle erkekler tarafından daha fazla gerçekleştirildiğini kaydeden Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Ancak, geçmiş yıllardaki istatistiklerde kadınlarla erkekler arasındaki fark giderek kapanıyor. Öncelikle bunu belirtmek gerekiyor. Kadınların sayısı, erkeklere giderek daha da yakınlaşıyor. Eğer bu trend devam ederse, 10 yıl sonra bu iki grup arasındaki fark neredeyse ortadan kalkacak. Beyin göçündeki erkek yoğunluğunun önemli nedenlerinden biri, bilim, teknoloji ve matematik gibi alanların erkekler tarafından daha fazla tercih edilmesidir. Beyin göçü açısından da birçok ülke sosyal bilimcilerden ziyade teknik insanları çekmek istemektedir; dolayısıyla, teknik alanlardan mezun olanların çoğunluğunu erkekler oluşturuyor.” dedi.

Devamını Oku

“Doğru Eleştiri Armağandır…”

“Doğru Eleştiri Armağandır…”
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Doğru eleştirinin kişiye sunulmuş bir armağan olduğuna dikkat çeken Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan takım çalışmasının önemini vurguladı. Tarhan, “21. yüzyıl becerilerinden biri olan takım çalışması, sosyal ve duygusal becerileri de gerektiriyor. Artık bireysel deha yerine grup dehası önem kazanıyor. Başarı, iş birliği ve takım çalışmasıyla elde ediliyor. Bu da insanların iş birliği becerilerini geliştirmesiyle mümkün oluyor.” dedi. 

Doğada zıtların dengesi olduğuna işaret eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Karanlık nedir? Aslında aydınlığın olmaması demek. Entropi yasası bu… Bu entropi yasasına uygun davranmak. Burada önemli bir beceri ortaya çıkıyor. Negatifle savaşmak yerine pozitifi güçlendirmek… Devamlı olumluyu artırdıkça olumsuz kendiliğinden azalır.” İfadelerini kullandı.

Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü, Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, 21. yüzyıla uyum ve yeni yüzyıl becerileri konusunu ele aldı.

Sosyal ve duygusal beceriler ön plana çıkıyor

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, 21. yüzyılın becerilerinin özellikle yeni öğrenme ve yenilik becerileri olarak tanımlanabileceğini kaydederek, “21. yüzyılda öğrenme modeli değişti ve yenilikler hızla gelişti. Bu öğrenme modelinin değişmesi ve hızlı dönüşüme uyum sağlamak için geliştirilen beceriler hem akademik hem de teknik becerilerin ötesine geçiyor. Artık sosyal ve duygusal beceriler de ön plana çıkıyor. Akademik ve teknik beceriler, sosyal ve duygusal becerilerle desteklenmezse, kişi çağı yakalayamaz, kaçırır. Dijital dönüşümün hızlandığı bir dünyada, dijital teknolojiler akademik ve teknik görevleri büyük ölçüde üstlenmeye başladı. Ancak dijital teknolojiler, sosyal ve duygusal alandaki yenilikleri gerçekleştiremediği için, bu alanlarda becerilerini geliştirenler 21. yüzyılın gerekliliklerini yakalamış ve fark yaratmış olacaklar.” dedi.

Yapay zekâda önemli gelişmeler yaşanıyor

2000’li yılların başlarında nörobilim ve beyin temelli öğrenmenin, sosyal ve duygusal becerilerde önemli değişimlere yol açtığını kaydeden Prof. Dr. Tarhan, beyin temelli öğrenmenin 2018’de büyük bir ivme kazandığını ve aynı dönemde yapay zekâda da önemli gelişmeler yaşandığını, 1950’lerde temelleri atılan yapay zekânın, beyin temelli öğrenme ve sinir ağlarının ilerlemesiyle yeniden canlandığını anlattı.

Bu durumun, eğitim sistemini de etkileyerek geleneksel öğrenme modellerinden deneyimleyerek öğrenmeye geçişi hızlandırdığını ifade eden Prof. Dr. Tarhan, “Geleneksel öğretim tarzı olan öğretmen anlatıyor, öğrenci dinliyor modeli. Yerini deneyim ve girişimlere açık, problem çözme yöntemlerini değiştiren yeni modellere bıraktı.” dedi.

21. yüzyıl becerilerinden biri de takım çalışması

Bu çağda ekonomik büyüklük ve ülkenin gücünün, toprak ve nüfusla değil, ekonomik başarı ve yenilikçi start-up’larla ölçüldüğünü de dile getiren Prof. Dr. Tarhan, “Zenginlik artık maden rezervlerinden ziyade patent ve yenilik sayılarıyla değerlendiriliyor. 21. yüzyıl becerilerinden biri olan takım çalışması, sosyal ve duygusal becerileri de gerektiriyor. Artık bireysel deha yerine grup dehası önem kazanıyor. Başarı, iş birliği ve takım çalışmasıyla elde ediliyor. Bu da insanların iş birliği becerilerini geliştirmesiyle mümkün oluyor.” diye konuştu.

Nitelikli tekno-girişimcilik önemli hale geldi

Bağlantısallık (connectivism) adı verilen yeni bir becerinin de ön plana çıktığını ve insanların network’ü (bağlantıları) ne kadar genişse, yaptıkları işin de o kadar görünür ve etkili hale geldiğini anlatan Prof. Dr. Tarhan, sosyal etki gücünün, yenilikçilik ve girişimcilik açısından önem kazandığını, yenilikçi ve girişimci olmanın da artık yeterli gelmediğini, bu yeniliklerin topluma anlatılması ve sosyal etki yaratmasının da gerektiğini, bu bağlamda nitelikli tekno-girişimciliğin önemli olduğunu kaydetti.

Orta ve uzun vadeli düşünme de 21. yüzyıl becerilerinden birisi

Prof. Dr. Tarhan, 21. yüzyılda objektivizm ve sürdürülebilirlik konularının önemli kavramlar haline geldiğini ifade ederek, şöyle devam etti:

“Başarı artık bireysel değil, takım başarısı olarak değerlendiriliyor ve sürdürülebilir başarı hedefleniyor. Mesela sürdürülebilirlik de 21. yüzyıl becerisi. Yani 5 sene sonra aynı kalitede ürün üretebilecek misin? Bir öğrenci şu anda mutlu ve başarılı ama okul bitince de başarılı olabilecek mi? Akademik başarısı var ama hayat başarısı olacak mı? Orta ve uzun vadeli düşünme de 21. yüzyıl becerilerinden birisi. Bütüncül bakabilmek, sadece bir ağaca değil, bütün ormanı görerek hareket edebilmek… Çünkü doğada zıtların dengesi var.  Karanlık nedir? Aslında aydınlığın olmaması demek. Entropi yasası bu… Bu entropi yasasına uygun davranmak. Burada önemli bir beceri ortaya çıkıyor. Negatifle savaşmak yerine pozitifi güçlendirmek… Devamlı olumluyu artırdıkça olumsuz kendiliğinden azalıyor.”

21. yüzyıl becerileri sahibi bireyler yeniliğin yöneticisi olarak öne çıkıyorlar

Davranışsal entropiye de dikkat çeken Prof. Dr. Tarhan, psikolojik bir varlık olan insanların sevdiği şeylere ve güven duygusunu hissettiği yerde yatırım yaptığını dile getirdi.

21. yüzyıl becerilerinin bugünün toplumunda başarı ve etkinlik için önemli bir role sahip olduğunu kaydeden Prof. Dr. Tarhan, “Dijital okuryazarlık bu becerilerin temelini oluşturuyor; bu sayede bireyler hızlı değişimlere ayak uydurabiliyor, yeni gelişmeleri takip edebiliyor ve uyum sağlayabiliyorlar. Ancak sadece yenilikleri takip etmek değil, bu yenilikleri kendi amaçları doğrultusunda etkin bir şekilde kullanabilmek de önem taşıyor. Bu bağlamda, 21. yüzyıl becerileri sahibi bireyler yeniliğin yöneticisi olarak öne çıkıyorlar, yeniliğin kurbanı olmaktan ziyade yönlendirici ve etkili kararlar alabilen kişiler olarak kabul ediliyorlar.” dedi.

20. yüzyıldan gelen ebeveynler çocuklarını 21. yüzyıla hazırlıyor

20. yüzyıldan gelen ebeveynlerin çocuklarını 21. yüzyıla hazırlaması konusuna da işaret eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Burada bir zihinsel dönüşüm gerekiyor. Anne baba çocuğunu yetiştirirken ‘Benim zamanımda öyle değildi. Benim annem babam böyle davranıyordu. Bizim çocuklarımıza böyle davranmıyor’ diye düşünüyor. Bu aslında Mısır papirüslerinde, tabletlerinde de olan bir şey. Yani kuşak çatışması Sokrates’te de var. İki şey hiç değişmemiştir; ‘Biri kuşak çatışması, diğeri de gelin kaynana meseleleri.’ Bu çağda bilgi daha önce 30 senede bir bilgi eskiyorsa, şimdi 3 senede eskiyor.  Kuşak tartışması şimdi daha gürültülü yaşanıyor. Bunun için anne babaların da eğitimcilerin de buna ayak uydurması gerekiyor.” diye konuştu.

Öğrenci odaklı eğitim “öğrenciyi şımartmak” değil

Öğrenci odaklılığın eğitimde önemli bir kavram haline geldiğini ifade eden Prof. Dr. Tarhan, ancak, bu kavramın genellikle yanlış anlaşıldığını ve “öğrenciyi şımartmak” olarak yorumlandığını, oysa öğrenci odaklılığın öğrencinin her dediğin ‘evet’ demek anlamına gelmediğini, öğrenci odaklı eğitimin öğrencinin ihtiyaçlarına, ilgi alanlarına ve bireysel öğrenme hızına göre düzenlenmiş bir eğitim yaklaşımı olduğunu kaydetti.

Bu yaklaşımla öğrencilerin, aktif bir şekilde öğrenme sürecine katılarak kendi öğrenme sorumluluklarını üstleneceklerini dile getiren Prof. Dr. Tarhan, “Hz. Ali’nin şu sözü bu konuyu çok iyi özetler: ‘Çocuklarınızı onların yaşadığı çağa göre değil, onların yaşayacağı çağa göre yetiştirin.’.” Orta ve uzun vadeli düşünerek, teknolojik olarak zenginleştirilmiş bireyler yetiştirmemiz gerekiyor. Böyle öğrenme ortamı var. Bu da toplumun ihtiyaçlarını okuyarak ortaya çıkıyor.” diye konuştu.

Her çocuğun kendine özgü yetenekleri ve öğrenme biçimleri var

Günümüzde, eğitimde bireyselleşmiş öğrenme ve çoklu zekâ odaklı yaklaşımların ön plana çıktığını da anlatan Prof. Dr. Tarhan, “Her çocuğun kendine özgü yetenekleri ve öğrenme biçimleri vardır. Bu nedenle, eğitimde her çocuğun güçlü ve zayıf yönlerine göre farklı yöntemler kullanmak gereklidir. Müziksel zekâsı yüksek olan çocuklar, müzikal unsurlar kullanarak daha iyi öğrenirler. Bu çocuklar için müzikle ilgili etkinlikler ve araçlar eğitim sürecine dahil edilmelidir. Sosyal zekâsı yüksek olan çocuklar, sosyal etkileşimler ve grup çalışmalarıyla daha verimli öğrenirler. Bu çocuklar için aktif öğrenme ortamları oluşturulmalı ve sosyal etkinlikler teşvik edilmelidir.” dedi.

21. yüzyılın en önemli becerilerinden biri de eleştirel düşünme

Eğitim sisteminde bu farkındalığa erişmiş proje odaklı okulların ortaya çıktığını ve bu okulların, öğrencilerin bireysel yeteneklerine göre eğitim verdiğini dile getiren Prof. Dr. Tarhan, özellikle okuduğunu anlama ve sorgulama yeteneklerini geliştirmek için meta bilişsel yöntemler kullanıldığını, bu yöntemlerin, öğrencilerin öğrenme sürecini anlamalarını ve kontrol etmelerini sağladığını ve eleştirel düşünme ile anlam arayışını teşvik ettiğini de kaydetti.

Prof. Dr. Tarhan, 21. yüzyılın en önemli becerilerinden birinin de eleştirel düşünme olduğunu ifade ederek, geleneksel eğitim sistemlerinin, “sorma, düşünme, itaat et” yaklaşımını benimsediğini, ancak, modern eğitim sistemlerinin, çocukların “sor, düşün, ikna ol ve inanıyorsan itaat et” şeklinde ilerlemelerini teşvik ettiğini söyledi.

Z kuşağı, gerçekten istekliler, sevimliler, öğrenmek istiyorlar…

Çocukların sorgulayan, eleştirel düşünen ve ikna olarak ilerleyen bireyler olarak yetiştirilmesinin önemine işaret eden Prof. Dr. Tarhan, “Öğrenci odaklı demek öğrencinin sevgi ve güvenini kazanarak yapılan ilişkidir. Öğrenciler şu anda Z kuşağı. Gerçekten istekliler, sevimliler, öğrenmek istiyorlar ve ciddi bir masumiyet arayışı var onlarda. Adalet arayışı var. Haksızlıktan çok rahatsız oluyorlar. Bu iyi bir şey, bunu bozmayalım. Bütün dünyada Gazze olaylarında görüyoruz gençler duyarsız kalmadılar. Siyasal sistemlerin hepsi çıkarcı davrandı ama gençler objektif davranabiliyor. Doğu kültürlerinde niye gençlerde tepki yok? Çünkü doğu kültürleri baskıcı kültürler. Otoriter kültürler. Böyle kültürlerde insanlar duygularını bastırıyorlar. Otorite kalktığı zaman da anarşist oluyorlar ya da yalanı, ikiyüzlülüğü öğreniyorlar. Her masada farklı konuşan tipler ortaya çıkıyor.” diye konuştu.

Eleştiren öğrencileri, eleştiriyi armağan gibi göreceğiz…

Baskıyla, korkutarak eğitim sistemi, geleneksel eğitim sisteminin bu çağın yöntemi olmadığını kaydeden Prof. Dr. Tarhan, doğru eleştirinin kişiye sunulmuş bir armağan olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade etti. Tarhan, “Madem 21. yüzyılda buradayız. Sorgulayan öğrencilerden, eleştiren öğrencilerden rahatsız olmayacağız. Eleştiren öğrencileri, eleştiriyi armağan gibi göreceğiz. Anne baba da araştırır beraber bakalım, eğer ben biliyorsam söylerim, bilmiyorsam beraber öğrenelim demeli. Yol arkadaşı olsun anne baba çocukla. Böylece birlikte öğrenirler. 21. yüzyıl becerilerinden birisi de öğrenen örgüt felsefesi. Yani anne de öğrenecek, baba da öğrenecek çocuk da öğrenecek. Okulda öğretmen de öğrenecek, öğrenci de öğrenecek. Bilgiye ulaşmak çok kolay şimdi. Yani öğrenen organizma olabilmesi için muhakkak herkesin öğrenme arzusu, hedefi, kendini yenileme isteği olması gerekiyor. Teknolojide çok hızlı değişiyor. Teknolojiyi, dijital okuryazarlığı yakalayan 21. yüzyıl becerilerinde en büyük beceriyi, problem çözme becerisini kazanmış oluyor.” şeklinde konuşmasını tamamladı.

Devamını Oku

“3. Dünya Savaşı’nın Merkezi Ukrayna Olabilir!”

“3. Dünya Savaşı’nın Merkezi Ukrayna Olabilir!”
0

BEĞENDİM

ABONE OL

“3. Dünya Savaşı’nın merkezi Ukrayna olabilir!”

“Ukrayna, 3. Dünya Savaşı’nın başlangıç noktası da olacak!”

Dünya genelinde artan gerilim ve çatışmalar 3. Dünya Savaşı endişelerini tetiklerken, küresel politikalar, güç dengeleri ve olası senaryolar üzerine yapılan analizler, dünyanın bu tehlikeli eşiğe ne kadar yakın olduğunu sorguluyor.

Çin’in önlenemeyen ekonomik yükselişi karşısında keskinleşen küresel jeoekonomik rekabetin, vekalet savaşlarının yaygınlaşmasını sağlayan faktörlerden biri olduğunu dile getiren Dr. Güler Kalay, “Rusya-Ukrayna Savaşını bu çerçevede değerlendirebiliriz ki olası III. Dünya Savaşı durumunda da savaşın merkezinin Ukrayna olma olasılığı yüksektir.” dedi.

Dr. Güler Kalay: “Türkiye’nin mevcut uluslararası savaş risklerinin arttığı ve kutuplaşmaların keskinleştiği bu ortamda çatışma önleyici diplomasi ve çatışma çözümü için arabuluculuk girişimleri son derece önemli.”

Üsküdar Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdür Yardımcısı Dr. Güler Kalay, küresel jeopolitik gerginliklerin artmasının nedenlerini ve olası 3. Dünya Savaşı senaryolarını değerlendirdi.

3. Dünya Savaşı söylemleri ne zamandır var?

3. Dünya Savaşı söylemlerinin yeni olmadığına işaret eden Dr. Güler Kalay, “Soğuk Savaşın bitişi, her ne kadar mutlak barış beklentilerini en azından ilk on yıl için güçlendirmişse de 1990’lı yılların başından bu yana küresel sermaye hızla Asya-Pasifik’e doğru kaymaya başladı. Bunu en belirgin şekliyle Asya Kaplanlarının 1990’lı yıllardaki krizlerden yükselerek çıkmaları ve Çin’in önlenemeyen ekonomik yükselişinde görmek mümkün. Soğuk Savaş’ın galibi, yeni dünya düzeni söylemleriyle tek kutuplu dünya düzeninin sürekliliğini savunan ABD’nin küresel ekonomideki güç kaybı karşısında hegemonik gücünün sürdürülebilmesi için daha agresif ve proaktif bir dış politika yürütmeye başladığını görürüz. Bu, günümüzdeki vekalet savaşlarının da bir nedeni olmakla birlikte küresel sermayenin yön değiştirmesini durduramamıştır.” dedi.

NATO’nun öncelikli amacı Amerikan çıkarlarını korumak 

“Günümüze gelirsek; 3. Dünya Savaşı söylemleri ve Rusya’nın Avrupa için giderek daha fazla tehdit oluşturduğu söylemleri, NATO’nun asıl misyonunun yeniden güçlendirilmesi çabalarını da yansıtmaktadır.” diyen Dr. Güler Kalay, aslında çokça dile getirildiği gibi NATO’nun öncelikli amacının Amerikan çıkarlarını korumak olduğunu, Avrupa’nın güvenlik tehdidi altında olduğu algısının NATO’nun Baltık ülkeleriyle gelen genişlemesini sağladığını ve Rusya’nın Baltık sınırının NATO’nun kontrolüne girdiğini anlattı.

Küresel jeoekonomik rekabet vekalet savaşlarının yaygınlaşmasını sağlıyor

Çin’in önlenemeyen ekonomik yükselişi karşısında keskinleşen küresel jeoekonomik rekabetin, vekalet savaşlarının yaygınlaşmasını sağlayan faktörlerden biri olduğunu dile getiren Dr. Güler Kalay, “Rusya-Ukrayna Savaşını bu çerçevede değerlendirebiliriz ki olası 3. Dünya Savaşı durumunda da savaşın merkezinin Ukrayna olma olasılığı yüksektir. Önceki dünya savaşlarına baktığımızda en belirgin nedenlerden biri sermaye paylaşımı sorunuyken diğerinin de Avrupa’nın güvenliği konusu olduğunu görürüz. Bu bağlamda Çin’in rakip hegemonik güç ve Rusya’nın uluslararası askeri ve siyasal güç olarak yükselişi karşısında Ukrayna bu her iki aktör için kilit nokta olabilmektedir. Elbette Çin’in arka bahçesi Tayvan’daki Batı yanlısı girişimler ve yaşanan siyasal krizler de bu senaryonun bir parçası olarak görülebilir.” diye konuştu.

Yeni Soğuk Savaş ve küresel güç rekabeti…

Küresel hegemonyanın mücadelesi yoğunlaştıkça, jeopolitik dinamiklerle birlikte bu dinamikleri yeniden şekillendirecek jeoekonomik projelerin de ortaya çıktığına işaret eden Dr. Güler Kalay, “Çin’in Kuşak Yol Projesi karşısında ABD-Hindistan projesi olan Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) küresel rekabetin bir parçası. Yeni Soğuk Savaş ve küresel güç rekabetinin yarattığı jeoekonomik konjonktürde, ‘koridor savaşlarının’ bu projelerin jeopolitik konumu ve ölçeği nedeniyle küresel hegemonya rekabetinin bir parçası haline geldiğini görmekteyiz.” dedi.

3. Dünya Savaşı’nın başlangıç noktası…

Bu bağlamda kollektif Batı’nın öncelikli hedefinin Rusya ve güvenlik algıları olarak görünse de asıl hedefin Çin ile ABD arasındaki hegemonya yarış olduğuna dikkat çeken Dr. Güler Kalay, “Amerikan hegemonyasını sona erdirmesi beklenen Çin hegemonyasının yükselişi karşısında Batı sermayesi varoluşsal bir mücadele veriyor. Ukrayna Batı’nın doğuya açılan ilk kapısı dolayısıyla zayıf bir Rusya ve Çin’in çevrelenmesi senaryolarıyla desteklenen Ukrayna, bu yarışın merkezi olduğu gibi III. Dünya Savaşı olasılığında büyük ihtimalle başlangıç noktası da olacaktır.” şeklinde konuştu.

Avrupa için ‘Rus tehdidi’ söylemleri bir algı yaratma çabalarının yansıması

Rusya-Ukrayna savaşına dolaylı olarak daha fazla oyuncunun katılmaya başladığını da kaydeden Dr. Güler Kalay, “Avrupa için ‘Rus tehdidi’ söylemleri Avrupa’da güvenlik konusunda bir algı yaratma çabalarının yansıması olduğunu düşünüyorum. Bu NATO’nun buradaki savaşa kısmen veya doğrudan katılımının gerekçesini yaratacaktır. Başta ABD olmak üzere AB ülkelerinin Ukrayna’ya doğrudan desteğine rağmen Rusya’nın aleyhine bir sonuca ulaşılamıyor. Bununla birlikte 2 yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın maliyeti ve yükü Rusya için daha da ağırlaştıkça küresel kutuplaşma daha da artıyor. Her ne kadar Batı için amaç dünya hidrokarbon kaynaklarının büyük kısmına sahip olan ayrıca Kuzey Kutbundaki yeni yeraltı kaynaklarında büyük bir pay sahibi olan Rusya’nın Post-Sovyet coğrafyası başta olmak bölgesinde artan askeri ve siyasi gücünü durdurmak gibi görünse de öncelikli hedefin Çin’in küresel ekonomideki yükselişi ve küresel sermayenin değişen jeoekonomik koşullarını yönlendirebilmek olduğunu söyleyebiliriz.” dedi.

Rusya ve Çin arasındaki ittifak güçleniyor

Rusya-Ukrayna savaşındaki uzlaşma ne kadar engellenirse Rusya ve Çin arasındaki ittifakın da aynı oranda güçlendiğini belirten Dr. Güler Kalay, şöyle devam etti:

“Rusya’nın Asya-Pasifik’e kayan küresel sermayeye entegrasyonu da yine bu paralelde artıyor. Rusya-Çin ittifakına İran da önemli bir güç olarak dahil oluyor ve bölgedeki Moskova-Pekin-Tahran yeni ekonomik koridorların doğrudan sahibi ve denetleyicisi haline geliyor. Buna karşılık Amerikan-Hindistan ticari ortaklığı önemli bir alternatif proje olarak karşımıza çıksa da Batı sermayedarları için yeterli değil. Bu doğrultuda Doğu Akdeniz’in önemi artıyor. Burada Amerikan’ın desteğindeki İsrail saldırgan bir dış politikayla yeni çatışmaları körüklemekte ve dolaylı olarak Amerikan’ın Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’e yeniden dönüşünü sağlamaktadır.”

Olası küresel savaş önlenebilir mi?

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın olası 3. Dünya Savaşı söylemlerinin mevcut konjonktürde artan rekabetin ve vekalet savaşlarının topyekûn bir küresel çatışmaya dönüşme riskini işaret ettiğini ifade eden Dr. Güler Kalay, “Ukrayna-Rusya savaşının artık iki taraf arasındaki bir çatışmadan çıkıp daha fazla uluslararası oyuncunun müdahil olduğu geniş çaplı bir savaşa dönüşmesi, olası III. Dünya Savaşının merkezinin yine Avrupa olacağını göstermektedir. Aslında Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ‘savaş söylemleri ciddiye alınmalıdır’ sözünün mevcut konjonktürde artan küresel rekabetin yönetilebilir ve yönlendirilebilir aşamada olduğunu ve olası küresel savaşın önlenebilirliği için bir uyarı niteliğinde okunması gerektiğini düşünüyorum.” dedi.

Yeni vekalet savaşları önleyici diplomasiyi de zora sokabilir

Dr. Güler Kalay, Rusya-Çin-İran iş birliği konusundaki görüşlerini de şöyle açıkladı:

“Bununla birlikte Rusya-Çin-İran iş birliğinin Kuzey Kore, Vietnam yönünde genişlemesi; BRICS’in artan etkisini dikkate aldığımızda Amerikan, hegemonyasını sürdürebilmesi ve büyük oranda savaş sanayine bağlı ekonomisinin güçlenebilmesi için mevcut çatışmaların sürmesini ve / veya yeni çatışma bölgelerinin oluşmasını dolaylı veya doğrudan destekleyebilir. Bolivya’daki son darbe girişimi de Latin Amerika Ülkelerinin BRICS’e artan ilgilerini de hedef aldığı açıktır. Önümüzdeki Amerikan seçimleri III. Dünya Savaşı söylemlerinin ne yönde şekilleneceğinde de belirleyici olabilir. Amerikan silah sanayiinin doğrudan desteklediği Biden’ın sert dış politikasına karşılık Trump’ın ılımlı dış politikası uluslararası ilişkilere de etki edecektir. Doğrudan bir III. Dünya Savaşı değil belki ama yeni vekalet savaşları ve jeoekonomik rekabette ‘koridor savaşları’ önleyici diplomasiyi de zora sokabilecek boyutlara ulaşabilir.”

Türkiye’nin arabuluculuk yoluyla barışın inşasında oynayabileceği kritik rol…

“Türkiye’nin mevcut uluslararası savaş risklerinin arttığı ve kutuplaşmaların keskinleştiği bu ortamda çatışma önleyici diplomasi ve çatışma çözümü için arabuluculuk girişimleri son derece önemlidir.” diyen Dr. Güler Kalay, şöyle devam etti:

“Küresel güç rekabetinin keskinleştiği jeoekonomik konjonktürde, ‘koridor savaşları’ sadece küresel ticaret açısından bir güvenlik problemi yaratmıyor; bununla birlikte bu projeler, jeopolitik konumu nedeniyle küresel hegemonya rekabetinin bir parçası haline geliyor.

Türkiye’nin bu rekabet ortamında ‘ticaret diplomasisi’ yoluyla oynayacağı ulusal ve uluslararası rol, aynı zamanda çatışma önleyici diplomasiyi de kapsayabilir. Türkiye’nin Orta Koridor ve Zengezur Koridoruna yönelik bağlantı stratejisi gerek bölgesel gerek küresel sürdürülebilir barışın inşası için büyük etkileri olabilir. Bu açıdan Türkiye, yakın gelecekte küresel etki yaratabilen bir bölgesel aktör olarak daha fazla dikkat çekebilir.”

Devamını Oku

FİLİSTİN BU SENE MEZUN VERMEDİ !

FİLİSTİN BU SENE MEZUN VERMEDİ !
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Büyük bir zalimlik, büyük bir haksızlık var Gazze’de. O nedenle ‘zalimler için yaşasın cehennem’ diyoruz.”

Üsküdar Üniversitesi, 2023-2024 Akademik Yılı mezuniyet töreniyle 11’inci dönem mezunlarını uğurladı. Diplomalarını alarak mezuniyet sevinci yaşayan mezunlar, heyecan ve gururu bir arada yaşadı.

Bu yılki törene Filistin ve Gazze olayları damgasını vurdu. ‘Susmayacağız, Yaşasın Zalimler için Cehennem’, ‘Filistin bu sene mezun vermedi’ pankartları ile Filistin bayrakları ve Filistin kefiyeleri dikkat çekti.

Filistin bayrağının yer aldığı atkı ile mezunlara seslenen Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü ve Yönetim Üst Kurulu Başkanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Üniversite olarak biz kurulduğumuzdan beri kaliteyi hedef aldık. Eleştiriyi armağan olarak görüyoruz. Bize gelen geri bildirimlerin hepsini kendimizi geliştirmek için fırsat olarak görüyoruz.” dedi.

Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nazife Güngör ise konuşmasında, “Değerli öğrencilerimiz, mücadele şimdi başlıyor. Bu zamana kadar üniversitemizde öğrendiğiniz bilgileri, yaptığınız birikimi şimdi artık hayata geçirmenin zamanı.” diye öğrencilere seslendi.

Ataşehir Ülker Spor ve Etkinlik Salonu’nda düzenlenen mezuniyet töreninde 11’inci yıl ön lisans, lisans ve yüksek lisans mezunları heyecan ve coşkuyu bir arada yaşadı. Bu yıl 8 bin 269 Üsküdar Üniversitesi mezunu profesyonel hayata geçiş yaptı.

Mütevelli Heyet Başkanı Furkan Tarhan ile Tarhan – İDER Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Fırat Tarhan’ın da katıldığı törende, Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nazife Güngör, Rektör Yardımcıları; Prof. Dr. Muhsin Konuk, Prof. Dr. Sevil Atasoy, Rektör Danışmanları Prof. Dr. Mehmet Zelka, Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, Prof. Dr. İsmail Barış ve Doç. Dr. Türker Tekin Ergüzel’in de aralarında yer aldığı akademisyenler hazır bulundu.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Önem verdiğimiz şey; küresel üniversiteler arasında iyi bir yerde olmak”

Törende konuşmak üzere kürsüye boynunda Filistin bayrağının bulunduğu atkı ile çıkan Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü ve Yönetim Üst Kurulu Başkanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan, açılış konuşmasında, bugüne kadar 35 bin civarında mezun veren Üsküdar Üniversitesi’nin bugün de 8 bin 269 mezunu hayatla buluşturduğunu dile getirdi.

Prof. Dr. Tarhan, “ÜÜ olarak bizim üzerinde durmaya çalıştığımız en önemli şey; küresel rekabet içerisinde, küresel üniversiteler arasında iyi bir yerde olmak. Bunun da en önemli ölçüsü kalite. Bu nedenle üniversite olarak biz kurulduğumuzdan beri kaliteyi hedef aldık. Kalitenin en öneli yöntemlerinden birisi de ölçülebilir olması. Ölçemediğimiz şeyi üretemiyoruz. Eleştiriyi armağan olarak görüyoruz. Bize gelen geri bildirimlerin hepsini kendimizi geliştirmek için fırsat olarak görüyoruz.” dedi.

Kalite bir yolculuk…

Kalitenin bir yolculuk olduğunu ifade eden Prof. Dr. Tarhan, “O yolculuğa çıktığımız zaman devamlı yeni şeyler öğrenmek gerekiyor. Yeni adımlar atmak gerekiyor. Bu da dinamik bir süreç olduğu için bu süreçte geri bildirimler çok değerli.” diye konuştu.

Mezun olan öğrencilerin hayatlarında hiç unutmayacakları üç olayla karşılaştıklarını, bunların Kovid pandemisi, 6 Şubat depremleri ve Gazze olayları olduğunu ifade eden Prof. Dr. Tarhan, “Yaşanan her olayın tehdit boyutu olduğu gibi bir de fırsat boyutu var. Bir şeyler de öğretiyor. Gençler hayatın yeni boyutuna geçerken, gerçeklerle karşılaşırken sadece akademik tecrübelerini değil hayat başarılarını da önemsiyoruz.” dedi.

Türkiye’de 17 etiketi alabilen 2 vakıf üniversitesinden birisiyiz…

Prof. Dr. Tarhan, dünya üniversiteleri sıralama kuruluşu Times Higher Education’ın (THE) Etki Sıralaması (Impact Ranking) 2024 sonuçlarına göre, başvuruda bulunulan 17 etiketin tamamının alındığını kaydederek, Türkiye’de 17 etiketi alabilen 2 vakıf üniversitesinden birisi olduklarını da söyledi.

Dünyada da 17 etiket alan 1500 civarında üniversite olduğunu ve Üsküdar Üniversitesi’nin onların arasında da 425. olduğunu dile getiren Prof. Dr. Tarhan, “Bu bir kalite göstergesi. Sosyal etkinlik alanından araştırmaya, wellbeing alanından sağlığa kadar sürdürülebilir büyüme amacı var. Bunları almak değil devam ettirmek önemli. Önümüzdeki yıllarda da devam ettirmeyi istiyoruz.” dedi.

Erkek Basketbol takımı Süper Lig Şampiyonu oldu

Prof. Dr. Tarhan, sporda da gençlerin başarılarına işaret ederek, 19. Türkiye Üniversiteler Yaz Spor Oyunları Süper Ligi’nde Erkek Basketbol takımının Süper Lig Şampiyonu, Kadın Voleybol takımının da Türkiye üçüncüsü olduğunu söyledi.

Bilim ve sosyal alandaki başarılarla birlikte spor alanında da öğrencilerin boy göstermesinin önemli olduğunu belirten Prof. Dr. Tarhan, diğer taraftan nörobilim alanındaki çalışmalar dolayısıyla üniversitenin UNESCO tarafından Mükemmeliyet Merkezi olarak ilan edildiğini hatırlattı.

“Türkiye’nin insanlı ilk uzay misyonunda yer aldık”

Erasmus kabul ile ilgili 300’ün üzerinde üniversite ile anlaşma yapıldığını da ifade eden Prof. Dr. Tarhan, “Mezun öğrencilerimizin bir kısmı yurtdışına gidip orada alanlarında yüksek lisansa kabul edildiler.” dedi.

Prof. Dr. Tarhan, Türkiye’nin insanlı ilk uzay misyonunda yer alan 13 bilimsel araştırmadan biri olan MESSAGE (Microgravity Associated Genetics) deneyinin Üsküdar Üniversitesi’nden olduğunu hatırlatarak, “DNA analiziyle ilgili araştırma bizim hocalarımızın çalışmalarıyla yapıldı.” diye konuştu.

Üniversite Senatosu Gazze’deki zulme karşı bir manifesto yayımladı

Anne babalara da seslenen Prof. Dr. Tarhan, “Çocuklarınızı bize emanet ettiniz. Biz de onları en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştık. Mezuniyetimize hüzün katan bir olay yaşanıyor. Filistin olayı biliyorsunuz. Gazze olayları… 75 yıl önce başlayan nekbe var. Sistematik bir şekilde yapılan soykırım var, zulüm var.” şeklinde konuştu.

Üniversite Senatosunun bu zulme karşı bir manifesto yayımladığını ve şimdiye kadar 400 bine yakın imza toplandığını söyleyen Prof. Dr. Tarhan, Kazakistan’da bir üniversite ile manifestonun imzalandığını, bu imzaları BM’ye götürmek istediklerini anlattı.

Prof. Dr. Tarhan, “Orada zulme uğrayan inanlara karşı içimiz acıyor, üzülüyoruz, ama bir şey yapamıyoruz. Büyük bir zalimlik, büyük bir haksızlık var Gazze’de. Evet bu yıl Filistin mezun vermedi. İnsanlık sınıfta kaldı. O nedenle ‘zalimler için yaşasın cehennem’ diyoruz.” sözleri salondan alkış aldı.

Gençlere “Kendinizi aşan hedefleriniz olsun” tavsiyesi

Gençlere de seslenen Prof. Dr. Tarhan, sözlerini şu şekilde tamamladı:

“Uğrunda emek verilecek, yorulacak, çile çekilecek bir amacınız yoksa idealiniz yoksa hayatta başarılı olmayı beklemeyin. Küçük şeylerden mutlu olmayı başaramıyorsanız da mutlu olmayı beklemeyin. Başarılı ve mutlu olmak için sahip olduğunuz şeylerin kıymetini bilin. Onlara karşı şükran duygusunu unutmayın. Kendinizi aşan hedefleriniz olsun. Yaşadığınız toplum için, ülkeniz için, aileniz için, insanlık için bir şeyler katabilecek hedefleriniz olsun. Bundan sonraki hayatınızda size daha güzel, daha verimli, daha üretken bir hayat diliyorum.”

Devamını Oku

Gençler İnanç Krizi mi Yaşıyor?

Gençler İnanç Krizi mi Yaşıyor?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Günümüzde gençler arasında yaygın olan inanç krizini değerlendiren tasavvuf araştırmacısı Prof. Dr. Reşat Öngören, gencin öz güveni zirvedeyken başka bir güç (Tanrı) tarafından yönlendirilmesini ya da sınırlandırılmasını özgürlük alanına müdahale olarak gördüğünü dile getirerek, “Bu kurallar kendisine bir dayatma şeklinde sunuluyorsa o zaman bu kuralları koyan gücü (Tanrı) düşmanı gibi algılamaya başlıyor.” dedi.

Prof. Dr. Reşat Öngören: “Gençlere Allah’tan söz ederken hem yaşam süresince hem de yaşamdan sonra onu koruyan ve kollayan, her işinde ona destek olan, adeta onu bir anne ve baba şefkatiyle bağrına basan bir güç olarak tanımlamak gerekir.”

Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Reşat Öngören, son dönemde gençler arasında görülen inanç krizi konusunu değerlendirdi.

Gençler ateizm ve deizme nasıl yöneliyor? 

Genç yaştaki insanın çoğunlukla sağlıklı ve güçlü hissettiği için birçok hususta başkasına ihtiyaç duymadığını ya da ileride muhtaç olabileceğini düşünmediğini dile getiren Prof. Dr. Reşat Öngören, “Bir de maddi imkanları yerindeyse; ki bugün geçmişe göre toplumun maddi refah düzeyi son birkaç senedir yaşanan ekonomik krize rağmen yüksek seviyededir, bu duygu daha kolay karşılık buluyor. Bu şartlarda gencin öz güveni zirvede olduğundan başka bir güç (Tanrı) tarafından yönlendirilmesini ya da sınırlandırılmasını özgürlük alanına müdahale olarak görüyor. Yaşam sürecinde uymak zorunda olduğu bir takım maddi ve manevi kurallardan söz edilmesi onu ciddi manada huzursuz ediyor. Hele bu kurallar kendisine bir dayatma şeklinde sunuluyorsa o zaman bu kuralları koyan gücü (Tanrı) düşmanı gibi algılamaya başlıyor. Bu ise onu, kural koyucuyu inkar etmeye (ateizm) ya da en azından hayata müdahale etmeyen, etmemesi gereken bir güç olarak tasavvur etmeye, yani ‘deizm’ algısına yönlendiriyor.” dedi.

Peygamber Efendimiz ‘ürkütmeyin, müjdeleyin’ buyuruyor

Gençlere Allah’ın nasıl anlatılması gerektiğine de işaret eden Prof. Dr. Reşat Öngören, şöyle devam etti:

“Gençlere Allah’tan söz ederken hem yaşam süresince hem de yaşamdan sonra onu koruyan ve kollayan, her işinde ona destek olan, adeta onu bir anne ve baba şefkatiyle bağrına basan bir güç olarak tanımlamak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz ‘ürkütmeyin, müjdeleyin’ buyuruyor.

Kur’an-ı Kerîm’de insanın gerçek dostunun sadece Allah olduğu özellikle vurgulanıyor

Dinimiz bizden meşru herhangi bir işe başlarken “besmele” çekmemizi, “Bismillâhirrahmânirrahîm” dememizi istiyor. Besmelenin manası koruyan, kollayan, hatalara göz yuman ve bağışlayan, merhameti ilke edinmiş Allah’ın adıyla demek. Her işe Besmeleyle başlamak demek, her işte Allah’ın esirgemesini ve merhametini hissetmek demek. Yani insan bir işe koyulurken, ideallerini gerçekleştirirken ona yol gösteren, onu koruyup kollayan, ona yardım eden, birtakım kusurları olursa onları bağışlayan ‘süper gücün’ desteğini almış oluyor.

Böyle bir Tanrı insanın rakibi ya da düşmanı değil, onun en yakın dostu demektir. Kur’an-ı Kerîm’de insanın gerçek dostunun sadece Allah olduğu özellikle vurgulanıyor. Dosttan gelen bir takım uyarı ve kurallar ise tabii ki onun huzuru ve mutluluğu için olacaktır.”

İnsan birtakım sıkıntılarla karşılaştığında yardım alacak bir güç arayışına giriyor

Hayatta mal, mülk ve sıhhat bakımından her şey yolunda giderken maddi ve manevi bir yardımcıya, yol gösterecek bir rehbere ihtiyaç duymayan, dolayısıyla böyle bir varlığı yanında hissetmeyen insanın, şartlar değişip birtakım sıkıntılarla karşılaştığında sığınacak bir yer, yardım alacak bir güç arayışına girdiğini de anlatan Prof. Dr. Reşat Öngören, “Bulamayınca karamsarlık ve ümitsizliğe düşerek kendisini boşlukta hissediyor. Bu durumda sonunun nereye varacağını kestiremediği, akıbetinden emin olmadığı birtakım yollara; sapkın, yanlış ve batıl çözümlere baş vuruyor. Zamanla bunun işe yaramadığını fark edince de sıkıntılarını unutmak adına hayatını tamamen mahvedecek bağımlılık oluşturan çözümlere yöneliyor. Hatta hayattan kopması kaçınılmaz hale geliyor; intiharı bir kurtuluş olarak görmeye başlıyor.” diye konuştu.

‘Zikir’ Allah’a güven duygusunun devamını sağlıyor

Tasavvufa göre Allah tanımına da dikkat çeken Prof. Dr. Reşat Öngören, “Tasavvufa göre öncelikle Allah, kuluna ceza veren, onun özgürlüğünü ve isteklerini kısıtlayan bir varlık değil, aksine kuluna destek olan onun iyiliğini düşünen, rızkını veren, hastalıklarını iyileştiren bir ‘süper güç’ tür. Tasavvuf eğitiminin esasını oluşturan ‘Allah’ı devamlı anma ve O’nu hatırdan hiç çıkarmama eylemi’, yani ‘zikir’, her işe ‘besmele’ ile başlama prensibiyle birleştirildiğinde şöyle bir durum ortaya çıkmış oluyor: İyi zamanlarında seni destekleyen süper güç, sıkıntılı anlarında daha çok sana yardımcı olacak demektir. Allah’ı hatırda tutmayı sürdürmekle (zikir) bu duygu insanda canlılığını kaybetmeyecek, en kötü zamanında bile ümitsizliğe kapılmasını önleyecektir. Çünkü ‘zikir’ Allah’a güven duygusunun devamını sağlıyor.” dedi.

Zikir, Allah’ın adını, güzel isimlerini belli aralıklarla belli sayılarda tekrarlamaktan ibaret değil…

Öte yandan tasavvufun zikirden anladığı şeyin, Allah’ın adını, güzel isimlerini belli aralıklarla belli sayılarda tekrarlamaktan ibaret olmadığını kaydeden Prof. Dr. Reşat Öngören, “Uzay, yıldızlar ve galaksilerden, denizlerin dibindeki hayat çeşitliliğine kadar Allah’ın yaratıklarının güzelliği karşısında büyülenmek de O’nu içten, derinden zikretmek demektir. İnsan bu idrak seviyesinde yaşarken, birtakım sıkıntılar karşısında Tanrı’ya olan güveni, bağlılığı ve sabrı daha da pekişmektedir. Bu ise insanın çile çekerken bile mücadele azmini arttırmakta ve birtakım yanlışların peşine gitmekten onu alıkoyabilmektedir.” diye konuştu.

Ayet ve hadisler bir bütün olarak ele alınmalı

Dinin temel referanslarına; Kur’an ayetleri ve hadisi şeriflere göre Allah’ın her yerde her şeyi kuşattığı, insanın yanında, ona şah damarından daha yakın olduğunun açıkça belirtildiğini dile getiren Prof. Dr. Reşat Öngören, şöyle devam etti:

“Ancak ‘deizm’i önlemek adına bu kadarını söyleyip bırakmak, bir başka inanç krizine, yani Allah’ı evrenle iç içe, evrende mekan tutan, hatta evrenin ta kendisi olan bir güç olarak (panteizm) algılamaya sebep olabilir. O yüzden dinin temel referanslarına bir bütün olarak bakmak ve Allah’ın aynı zamanda mekan ve zaman kaydı altında bulunmadığı gerçeğini de dile getirmek gerekir. Aslında bu insan mantığına göre bir paradokstur. Fakat Kurân-ı Kerim’de Allah kendisini paradoksal biçimde ‘Hem ilk hem son hem görünen hem görünmeyen’ olarak tanımlamıştır. O yüzden ayet ve hadisleri bir bütün olarak ele almalı ve ‘Allah hem evrende içkin hem de evrenden aşkın’ demek en doğrusudur.”

Devamını Oku
error: Content is protected !!