01 Ocak 2025 Çarşamba
Global Menkul Değerler, ‘2025 Türkiye Strateji Raporu’nu yayımladı. Global Menkul Değerler Araştırma Departmanı’nın hazırladığı rapora göre; bu yılın ikinci yarısından itibaren başlayan ekonomideki ılımlı yavaşlamanın 2025 yılının ilk yarısında da potansiyel düzeyin altında kalan yıllık büyüme oranları eşliğinde devam etmesi beklentisi öne çıktı. Rapora göre; enflasyonda kalıcı düşüşe eşlik edecek faiz indirimlerinin katkısıyla ise, büyüme görünümünün gelecek yılın ikinci yarısından itibaren ılımlı toparlanma yönünde gelişeceği öngörüldü.
Yüksek hizmet standartlarıyla sermaye piyasalarının gelişimine katkıda bulunan Global Menkul Değerler (GMD), yatırımcılara yönelik hazırladığı ‘2025 Türkiye Strateji Raporu’nu yayımladı. Global Menkul Değerler Araştırma Departmanı’nın ‘Politikaların Normalleşme Ekseninde Farklı Yönde Etkiler’ başlığıyla hazırladığı rapora göre; 2025 yılının ilk yarısında enflasyonla mücadele nedeniyle sınırlı büyüme devam edecek. Yılın ikinci yarısında ise enflasyondaki düşüşe eşlik edecek faiz indirimlerinin etkisiyle ılımlı büyüme tekrar başlayacak. Pandemiden bu yana büyümeye katkısı negatif olan stokların 2025 yılında çeyreklik bazda büyümeye pozitif katkı gösterebileceğine değinilen raporda, “Bu yılın özellikle ikinci çeyreğinden itibaren ekonominin ana eğiliminde gözlenen ılımlı yavaşlamanın, geçmiş faiz artırımlarının gecikmeli etkileri ile, yılın kalan kısmında ve 2025 yılının ilk yarısında, potansiyel düzeyin altında kalan yıllık büyüme oranları eşliğinde devam etmesini; enflasyonda kalıcı düşüşe eşlik edecek faiz indirimlerinin katkısıyla ise, büyüme görünümünün gelecek yılın ikinci yarısından itibaren ılımlı toparlanma yönünde gelişmesini bekliyoruz” denildi.
Aralık ayı ile faiz indirimleri bekleniyor
GMD’nin Raporu’nda 2025 yılına yönelik enflasyon tahmini de yer aldı. Parasal sıkılaşma tedbirlerinin gecikmiş etkileri ile birlikte enflasyon beklentilerinin iyileşme göstermesiyle, Haziran’dan itibaren yıllık enflasyonda sert düşüşlerin görüldüğüne dikkat çekilen GMD Strateji Raporu’nda, yıllık TÜFE enflasyon oranının ilk 6 ayda kalıcı kur şoku olmadığı sürece yüzde 40’lardan yüzde 30’lara geleceği beklentisi yer aldı. Rapora göre yıl sonu enflasyon beklentisi ise yüzde 27.5 seviyesinde.
Politika faizinde indirim sürecinin gündemde tutulduğu anlatılan raporda, “Gerek enflasyonun ana eğiliminde gözlenen düşüş, gerekse de iç talepten beklenen katkının belirginleşmesi ve hizmet sektöründeki katılığın çözülme süreçleri göz önüne alındığında, bu yılın son ayında faiz indirim sürecinin 250 baz puanla başlangıç yapmasını; yıllık enflasyonun %30’lu seviyelere inmesini beklediğimiz 2025 yılının ilk yarısında göreceli yüklü adımlarla devam etmesini; ikinci yarıda ise sürecin yerini daha ölçülü adımlara bırakmasını bekliyoruz. Daha açık bir ifadeyle, politika faizinin 2025’in ilk yarı sonunda yüzde 37,5’e; yıl sonunda da yüzde 33,5’e ineceğini tahmin ediyoruz” ifadelerine yer verildi.
BİST’te yüzde 39’luk getiri potansiyeli
Raporda, 2025 yılında küresel politikalardaki değişim ile içeride makro ekonomik güçlenme ve politikalarda beklenen etkisi doğrultusunda, BIST100 için yüzde 39’luk getiri potansiyeline işaret eden 12 aylık hedef fiyat tahmini 13.450 seviyesi olarak belirlendi.
GMD, ortaya çıkan makro ekonomik görünüm ve küresel konjonktür ile ‘faiz indirimi’ öngörüsü odaklı 2025 stratejisinde; bankacılık, GYO, çimento, enerji, demir çelik, otomotiv ve savunma sektörlerini beğendikleri sektörler olarak öne çıkardı. GMD Strateji Raporu’nda uzun vadeli model portföyünde en beğenilen hisseler ise GARAN, VAKBN, ASELS, ASTOR, CIMSA, EKGYO, FROTO, EREGL şeklinde belirlendi.
Ruh sağlığının öneminin, toplumda giderek daha çok fark edildiğini kaydeden Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Türkiye’deki ruh sağlığı hizmetleri daha çok hastalığa yönelik tedavi sunum hizmeti şeklinde işliyor. Oysa dünya genelinde, toplumu korumaya yönelik sağlık hizmetleri sunmak, hastalığı tedavi etmekten daha önemli hale gelmiştir.” dedi.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan:
“Günümüzde Türkiye’de her iki kişiden biri antidepresan kullanıyor ve bu oran son 10 yılda yüzde 50’nin üzerinde bir artış göstermiş durumda. Bu veriler, ortada çözülmesi gereken büyük bir sorun olduğunu gösteriyor.”
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü, Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ruh sağlığımızı nasıl koruruz konusunu ele aldı.
Ruh sağlığı okuryazarlığını artırmalıyız!
“Ruh sağlığını ve ruhsal hastalıkları tanımak, bu konuda bilgi ve beceri kazanmak, ruhsal bozukluklara ve psikiyatrik hastalıklara hangi risklerin katkıda bulunduğunu anlamak, kişinin kendi kendine nasıl yardım edebileceğini veya profesyonel yardım arayışında doğru bilgilere ve inançlara sahip olup olmadığını sorgulaması açısından önem taşıyor.” Diyen Tarhan, Ruh sağlığını tanımanın sağlıklı bir bireyin özelliklerini bilmekle başladığını söyledi.
Stresle başa çıkamamak veya kaçınmak, ruh sağlığının bozulduğuna işaret edebilir
Üretken ve verimli olmamanın, günümüzde ruh sağlığı sorunlarının belirtileri arasında sayılabildiğini dile getiren Prof. Dr. Tarhan, “Stresle başa çıkamamak veya kaçınmak, ruh sağlığının bozulduğuna işaret edebilir. Günümüzde, maddi refah artmış olsa da psikolojik sorunlar aynı hızla azalmıyor; küresel olarak artan stres seviyesi ve yaşamın zorluklarıyla ruh sağlığı sorunları daha da belirgin hale geliyor.” diye konuştu.
Modern sistem insanları psikolojik ve manevi anlamda mutlu ve huzurlu kılmıyor
ABD’de yapılan araştırmalara göre, son 50 yılda gayri safi milli hasıla yaklaşık yüzde 300 artmış olsa da mutluluk oranının düşüş gösterdiğini kaydeden Prof. Dr. Tarhan, şöyle devam etti:
“Bu durum, modern sistemin insanları fiziksel ve maddi olarak zenginleştirirken psikolojik ve manevi anlamda mutlu ve huzurlu kılmadığını gösteriyor. Bu konu üzerine birçok araştırma ve inceleme yapılıyor. Çeşitli bilim dalları da bu sorunun çözümüne katkıda bulunmak amacıyla ortaya çıktı; örneğin, pozitif psikoloji bunlardan biridir. Harvard Üniversitesi 2015’te pozitif psikoloji dersini müfredatına ekledi. Bu ders, öğrencilerin yalnızca eksikliklerini gidermekle kalmayıp, aynı zamanda daha üretken, verimli, kendileriyle barışık ve içsel dengede olmaları için gereken zihinsel ve sosyal yatırımları yapmalarına yardımcı oluyor. Yale Üniversitesi de 2018’de benzer bir ders sundu ve 2021’de bu dersi halka açtı. Pandemi döneminde bu derse 3,5 milyon kişi katıldığı için New York Times bunu haber yaptı. Benzer bir ders 2019’da Bristol Üniversitesi tarafından sunulmaya başlandı.”
Üsküdar Üniversitesi Türkiye’de öncü oldu!
Prof. Dr. Tarhan, “Üsküdar Üniversitesi ise 2013’te bu dersi tüm öğrencilere sunarak Türkiye’de öncü oldu. Bu ders, ruh sağlığını güçlendirmeyi, yani birincil korumayı, hedefliyor. Bu sayede psikiyatrik rahatsızlığı olmayan kişilere yaşam kalitesini artırma, mutluluğu sağlama, sağlıklı iletişim kurma, problem çözme ve stresle başa çıkma becerileri kazandırılıyor. Öğrencilerden alınan geri bildirimlerde, ‘Babamla ilişkim düzeldi’ veya ‘Madde kullanıyordum, bıraktım’ gibi ifadelerle bu dersin olumlu etkileri vurgulanıyor. Bu tür dersler, dünyanın ruh sağlığı sorunlarına yönelik çözüm üretme çabalarının da bir parçası.” dedi.
Her iki kişiden biri antidepresan kullanıyor!
Ruh sağlığının öneminin, toplumda giderek daha çok fark edildiğini kaydeden Prof. Dr. Tarhan, şöyle devam etti:
“Ancak Türkiye’deki ruh sağlığı hizmetleri daha çok hastalığa yönelik tedavi sunum hizmeti şeklinde işliyor. Oysa dünya genelinde, toplumu korumaya yönelik sağlık hizmetleri sunmak, hastalığı tedavi etmekten daha önemli hale gelmiştir. Sağlığı koruma odaklı politikalar izlemek, hastalıkları önlemek adına kritik bir rol oynuyor. Türkiye’de 2011 yılında ruh sağlığı politikalarımız yayınlandı ve çok kapsamlı bir belgemiz var. Ancak, özellikle bağımlılık alanında, bu politikaları yeterince hayata geçiremedik. Günümüzde Türkiye’de her iki kişiden biri antidepresan kullanıyor ve bu oran son 10 yılda yüzde 50’nin üzerinde bir artış göstermiş durumda. Bu veriler, ortada çözülmesi gereken büyük bir sorun olduğunu gösteriyor. Ancak, kök nedenleri doğru tespit edemezsek, çözüm bulmamız da zorlaşır. Bu nedenle, çözüm odaklı bir yaklaşım benimsemek gerekiyor.”
Bağımlı kişilerin çoğu, aynı zamanda kriminal tipler olarak da değerlendiriliyor!
Özellikle bağımlılık konusuna vurgu yapmak istediğini de söyleyen Prof. Dr. Tarhan, “Bağımlılık, küresel ölçekte artış gösteriyor ancak Türkiye’de bu artış çok daha çarpıcı seviyelere ulaşmış durumda. Bağımlı kişilerin çoğu, aynı zamanda kriminal tipler olarak da değerlendiriliyor. Ancak, bu kişilere sadece ceza vermek yerine, rehabilitasyon fırsatı sunmak da önemli. Öncelikle, bu kişilerin hasta mı suçlu mu olduklarına karar verilmeli. Eğer bağımlılık hastalığı varsa, onları rehabilitasyon merkezlerinde tedavi ederek, suç potansiyelini azaltmak ve pişmanlık hissini artırmak hedeflenmeli. Bu yaklaşımla, topluma daha iyi uyum sağlayabilmeleri mümkün olabilir.” şeklinde konuştu.
“Bizde henüz bir ruh sağlığı yasası yok”
Gelişmiş ülkelerin bu konuda çözümler ürettiğini de dile getiren Prof. Dr. Tarhan, şunları kaydetti:
“Ancak bizde henüz bir ruh sağlığı yasası yok. Zaman zaman gündeme gelse de anlaşılmayan sebeplerle vazgeçiliyor. Burada, ruh sağlığı derneklerinin yapıcı bir rol oynamamasının da etkili olduğunu söyleyebilirim. Maalesef, ruh sağlığı dernekleri genellikle meseleyi ideolojik bir bakış açısıyla ele alıyor ve çözüm odaklı bir yaklaşım benimsemiyor. Eleştirinin de iki türü vardır: Biri, ideolojik ve doktriner bir temele dayanan, nefret duygularıyla yapılan eleştiridir ki bu tür eleştiriler çözüm üretmez. Diğer eleştiri türü ise yapıcıdır; içinde yardım ve şefkat barındırır, daha iyiyi göstermek ve çözüm sunmak amacı taşır. Karar vericilerin, özellikle bu ikinci tür eleştirileri dikkate alması gerekir. Çözüm öneren eleştiriler yapıcıdır ve değerlidir; ancak sadece eleştirmek için eleştirenlerin dikkate alınmasına gerek yoktur. Bağımlılıkla ilgili politikalarda da yeni alternatifler üretilmesi gerekiyor. Mevcut politikaların Türkiye’de yeterli sonuç vermediği görülüyor ve bu politikaların masaya yatırılması şart.”
Çocukların davranışlarını eleştirdiğimizde aslında aynaya bakmamız gerekiyor
Hem bireysel hem toplumsal olarak hem de kamu yönetimi açısından ruhumuza dokunan projelere ihtiyaç olduğuna da işaret eden Prof. Dr. Tarhan, “Bu tür projeler, aileye ve bireye dokunan, onların ruh sağlığını güçlendiren projeler olursa toplumsal iyilik hali sağlanabilir. Toplum olarak liderlerimizi örnek alıyoruz; onların hem iyi hem de kötü yanlarını benimsiyoruz. Anadolu’da ‘Balık baştan kokar’ derler. Bu söz boşuna söylenmemiş; çünkü aile içinde, özellikle anne ve baba iyi birer rol model olamazsa, çocuklar ister istemez kötü örnekleri rol model olarak seçerler. Çocukların davranışlarını eleştirdiğimizde aslında aynaya bakmamız gerekiyor. Anne ve baba olarak önce kendimizi değerlendirmeli, hatalarımızı kabul etmeli ve çözüm yollarına odaklanmalıyız.” diye konuştu.
Ruhsal iyilik halini geliştirmek için bireysel çaba göstermek önemli
Ruhsal iyilik halini geliştirmek için bireysel çaba göstermenin önemli olduğunu da kaydeden Prof. Dr. Tarhan, “Daha iyi, daha mutlu olmak için kitap okumak, araştırmak, kendimizi geliştirmek adına faaliyetlerde bulunmak gerekir. Ancak sadece hedonistik bir şekilde eğlence ve zevkin peşinde koşmak, zaman ve enerji kaybına yol açar. Günlük yaşamda psikolojik olarak yüzde 10-20 oranında eğlenceye ihtiyaç duyarız; fakat tüm günü eğlence odaklı geçirirsek, bu sürdürülebilir bir yaklaşım olmaz. Akıllı kişiler, geleceğe yatırım yapar ve kendilerini geliştirmek için adımlar atarlar.” dedi.
Mevcutla yetinen kişi, çok zengindir
Modernizmle birlikte gelişen şükürsüzlük duygusuna da dikkat çeken Prof. Dr. Tarhan, “Modernizm, sadece bizim değil, tüm dünyanın beklentilerini yükseltti. Beklentiler yükseldikçe insanlar sahip olduklarının kıymetini bilmemeye başladı; kanaat ve yetinme duygusu azaldı. Asıl zenginlik, çok şeye sahip olmak değil, mevcutla yetinebilmektir. Mevcutla yetinen kişi, çok zengindir. Elinden gelenin en iyisini yapar, sahip olduklarıyla mutlu olur, ancak daha fazlası için çalışmayı bırakmaz. Hem huzurlu olabilir hem de çalışarak varlıklı hale gelebilir. Bu, ruh sağlığımızı koruyarak iş hayatında başarılı olmamızın da formülüdür. Ruh sağlığımızı korumak için hayattan elini eteğini çekmek gerekmez. Mevlana’nın dediği gibi, ‘Halk içinde Hak ile beraber olmak’ mümkündür. Yani, insanlarla iç içe bir yaşam sürerken, içsel huzuru korumak ve kendimizle barışık kalmak da mümkündür.” diye konuştu.
Sağlam inançları olan biri, kötülüğe hayır diyebilir
“Hak” kavramının iki anlam taşıdığını, bunların doğruluk ve adalet, diğerinin ise yaratanla olan bağı olduğunu anlatan Prof. Dr. Tarhan, şunları söyledi:
“Bu iki duyguyu kaybetmeyen bir kişi, içinde hesap verme duygusu taşır. Kötülük yapmak istediğinde, kendisiyle barışık bir insan vicdanını sorgular. Eğer inançlarına rağmen yalan söylüyor veya yolsuzluğa bulaşıyorsa, bu durumda vicdanını sorgulamalı: Nefsini mi dinliyor, yoksa yaratan karşısındaki sorumluluğunu mu? Sağlam inançları olan biri, kötülüğe hayır diyebilir. Bugün dünyada psikiyatri, kötülüğü tanıma adına çalışmalar yapıyor. Adli psikiyatri birimleri 2000’li yıllarda “Depravity Scale” olarak bilinen bir ölçek geliştirdi. Bu ölçekle, insanların bencillik seviyeleri ve empati yoksunluklarının kötücül davranışlara nasıl yol açtığı araştırılıyor. Çıkan sonuçlara göre, bencilliğin arttığı dönemlerde suça yatkınlık artıyor. Kişinin empati eksikliği, başkalarına acımaması, merhametsizlik, insafsızlık gibi duygularla birleşince, suça eğilim gösteriyor. Arkasında kibir ve kendini her şeyin merkezinde görme gibi duygular yatıyor. Bu duyguları terbiye etmek, ruh sağlığını korumanın en önemli adımı.”
Amacım, yalnızca hastalıkları tedavi etmek değil!
2000’li yıllardan beri mutluluk bilimi, duyguların psikolojisi ve değerler psikolojisi gibi konularda kitaplar yazdığını da hatırlatan Prof. Dr. Tarhan, “Amacım, yalnızca hastalıkları tedavi etmek değil, aynı zamanda insanları daha sağlıklı ve bilinçli kılmak. Bir rahmetli hocam, yazdıklarımın hastaları azaltacağını söylemişti. Ben de bunu birincil koruma olarak görüyorum. Yani, insanları hasta olmadan önce bilinçlendirmek için çalışıyorum. Bu konuda yalnızca benim değil; her annenin, her babanın, her yöneticinin ve her karar vericinin önce kendi nefsini sorgulaması, çevresine iyi bir örnek olması önemlidir. Ruh sağlığının korunması açısından herkesin üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi gerekiyor.” şeklinde sözlerini tamamladı.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2021-2023 dönemine ilişkin yükseköğretim beyin göçü istatistiklerini açıkladı. Verilere göre yükseköğretim mezunlarının 2015’te yüzde 1,6 olan beyin göçü oranı, 2023’te yüzde 2’ye yükseldi. Göç oranının kadınlarda yüzde 1,6, erkeklerdeyse yüzde 2,4 olduğu görüldü.
Beyin göçü üzerine değerlendirmelerde bulunan Sosyolog Prof. Dr. Barış Erdoğan, beyin göçünün, genellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru gerçekleşen bir olgu olduğunu söyledi.
Prof. Dr. Barış Erdoğan:
“Bir de ‘sanal beyin göçü’ var. Bu ne anlama geliyor? Günümüzde internet aracılığıyla birçok gencimiz, Türkiye’den hareket etmeden, yurt dışındaki firmalar için çalışıyor. Yani, bedensel olarak Türkiye’deler ama beyinleri yurt dışı için çalışıyor.”
Üsküdar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Barış Erdoğan, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı beyin göçü dalgasını değerlendirdi.
Yurtdışına göç edenlerin çoğu yüksek eğitimli ve kalifiye gençler…
Prof. Dr. Barış Erdoğan, yurt dışına göç edenlerin çoğunun yüksek eğitimli ve kalifiye gençlerden oluştuğunu belirterek, “Bir ülkeye baktığımızda, eğitimli, kalifiye ve özellikle bilişsel faaliyetleri yoğun mesleklerde çalışan kişilerin göç etmesi, beyin göçü olarak tanımlanır. Geçmişte Türkiye’den çoğunlukla kol gücüne sahip insanlar göç ederdi; ancak günümüzde ülkemizin en değerli insanları göç ediyor.” dedi
‘Sanal beyin göçü’ ne anlama geliyor?
Beyin göçünün, genellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru gerçekleşen bir olgu olduğuna işaret eden Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Bu, görünen beyin göçü. Bunun yanı sıra bir de ‘sanal beyin göçü’ var. Bu ne anlama geliyor? Günümüzde internet aracılığıyla birçok gencimiz, Türkiye’den hareket etmeden, yurt dışındaki firmalar için çalışıyor. Yani, bedensel olarak Türkiye’deler ama beyinleri yurt dışı için çalışıyor. Gizli beyin göçü olarak adlandırılan bir durum. Yurt dışı firmalar için Türkiye’de çalışıp, o firmalara hizmet sunuyorlar.” diye konuştu.
Bir ülkenin en değerli kaynağı insan sermayesi; bu sermayemiz yavaş yavaş elden gidiyor
Beyin göçünün Türkiye açısından tehlikeli bir boyuta ulaştığını vurgulayan Prof. Dr. Barış Erdoğan, “TÜİK’in açıkladığı rakamlar, 2008 ile 2017 yılları arasında mezun olup bu tarihlerden sonra yurt dışına gitmiş kişileri kapsıyor. TÜİK net bir rakam vermemiş olsa da bu zaman diliminde mezun olanları yüzde 2 olarak varsaydığımızda, yaklaşık 49 bin kişinin yurt dışına gittiğini söyleyebiliriz. Ancak bu 49 bin kişi ile sınırlı değil. 2017’den 2023’e kadar mezun olanların yurt dışına göç durumunu henüz bilmiyoruz. Asıl yoğunluğun, hepimizin çevremizde sıkça karşılaştığımız gibi, bu dönem içinde olduğunu düşünüyoruz. Eskiden bir ülkeyi sömürmek için madenlerine gidilir, ele geçirilirdi. Artık buna gerek yok. Bir ülkenin en değerli kaynağı insan sermayesi; ancak bu sermayemiz yavaş yavaş elden gidiyor. Bu durum oldukça tehlikeli.” şeklinde konuştu.
Beyin göçünün iki temel nedeni var
Beyin göçünün iki temel nedeni olduğunu ifade eden Prof. Dr. Barış Erdoğan, şöyle devam etti:
“Ben de yurt dışında bir dönem yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim: Beyin göçünün iki temel nedeni var; birincisi itici, ikincisi ise çekici faktörler. İtici nedenler, insanların neden buradan ayrılmak istediğiyle ilgili. İlk olarak, istihdam olanakları oldukça sınırlı. Örneğin, moleküler biyoloji gibi alanlarda Türkiye’de ne kadar istihdam gücümüz var? Ne üniversitelerimiz ne de özel sektörümüz yeterli kapasiteye sahip. Amerika Birleşik Devletleri’nde sadece Harvard Üniversitesi’nin bağışlarla birlikte bütçesi yaklaşık 50 milyar dolar. Bizim 200 üniversitemizin toplam bütçesi ise 10 milyar doların bile altında. Tek bir üniversite ile 200 üniversitemizi kıyasladığınızda, burada sunulan olanakların özellikle teknik alanlarda ne kadar yetersiz olduğunu görebilirsiniz. Aziz Sancar Türkiye’de kalsaydı Nobel ödülü alabilir miydi? Uğur Şahin Türkiye’de eğitimine ve çalışmalarına devam etseydi, aynı başarıları elde edebilir miydi?”
Eğitim imkanları beyin göçü için çekici faktör haline geliyor
Gelir düzeyinin, özellikle son yıllarda Türkiye’deki ekonomik kriz gibi etkenler nedeniyle oldukça düştüğünü, öte yandan, yurt dışında çok daha iyi yaşam koşulları ve olanakların olduğunu dile getiren Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Batı ülkeleri uzun yıllardır, mavi yakalı işçiler ve genel olarak göçmenler için şartları zorlaştırsa da eğitimli insanları çekmek için aksine kolaylık sağlıyorlar. Almanya, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkeler, mavi kart veya Green Card gibi imkanlarla beyin göçüne yönelik politikalarını iyileştiriyorlar.” dedi.
Dünyada en çok beyin göçü çeken ülkeler…
Dünyada en çok beyin göçü çeken ülkelerin Amerika Birleşik Devletleri; ardından Almanya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Fransa, Belçika gibi ülkeler olduğunu da söyleyen Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Beyin göçünün merkezi Amerika Birleşik Devletleri’dir. Hatta ABD, Kanada’dan bile beyin göçü alıyor. Çünkü en büyük bilişim firmaları, en büyük laboratuvarlar orada. Sadece tek bir Amerikan üniversitesinin bütçesi, Türkiye’deki 200 üniversitenin toplam bütçesinin 5 katı. Özellikle yapay zeka, moleküler biyoloji, genetik gibi alanlardaki gelişmeler, bu alanlarda güçlü bir ekosisteme sahip olan Amerika’yı cazip hale getiriyor. Türkiye’den bu alanda başarılı bir firma çıkabilir; fakat, bu tek başına yetmez. Bu başarıyı destekleyecek bir sektör ekosistemine, uygun bir kurumsal zihniyete ve iklime ihtiyaç var.” şeklinde konuştu.
İlerleme şansı azalınca…
Bir firmaya ya da üniversiteye girildiğinde uygun bir iklim olmadığı zaman birçok bürokratik engelle karşılaşılabildiğini kaydeden Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Bu da insanın ‘Burada ne işim var?’ diye sormasına yol açıyor. Kişi önünün kesildiğini, ilerleme şansının azaldığını düşünüyor. Amerika Birleşik Devletleri açık ara önde gidiyor; Almanya bu konuda istisna olarak öne çıkıyor.” dedi.
Sadece gençler değil, orta yaş üzeri insanlar da yurt dışına göç ediyor
Hangi bölümlerde daha fazla yurt dışına gidiş olduğuna ilişkin de literatürde “STEM” denilen Türkçeye çevirdiğimizde “Bilim, Teknoloji, Mühendislik ve Matematik” olarak ifade edilebilen alanların, en fazla ilgi çeken ve rağbet gören alanlar olduğunu ifade eden Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Türkiye’den baktığımızda ise moleküler biyoloji ve genetik gibi alanlarda mezun olan her 10 kişiden 2’si yurt dışına gidiyor. Aynı durum, işletme, mühendislik, matematik, istatistik ve diğer mühendislik alanlarında da geçerli. Günümüzün ve geleceğin dünyasında, veri işleme ve veri anlama oldukça önemli; çünkü yapay zekâ mantığını bunun üzerine kuruyor. Bu nedenle teknik alanlarda çalışan insanlarımız, sadece gençler değil, orta yaş üzeri insanlar da yurt dışına göç ediyor. Ya fiziksel olarak gidiyorlar ya da bahsettiğim gibi sanal olarak göç ediyorlar; yani bedenleri burada kalırken beyinleri yurt dışı için çalışıyor.” diye konuştu.
İmkânlar değiştikçe, geri dönme arzusu da artabilir…
Global dünyada beyinlerin çok hızlı bir şekilde hareket ettiğini dile getiren Prof. Dr. Barış Erdoğan, şöyle devam etti:
“Diğer ülkeler de bu durumu destekleyerek kendilerine çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ancak, burada yeterince imkân sağlanmadığı için insanlar farklı fırsatları değerlendirip rahatlıkla yurt dışına gidiyorlar. Gerçekten bir yere gitmek kolay değil; kültürel entegrasyonu sağlamak, dil problemleri gibi zorluklarla karşılaşmak kaçınılmaz. İnsan, vatanı gibi hiçbir yerde olamaz. Ancak, artık bu göç, bir umuda yolculuktan ziyade umutsuzluktan kaçış haline gelmiş durumda. Yine de dönmek mümkündür. İmkânlar değiştikçe, geri dönme arzusu da artabilir.”
Yurt dışına gidenler arasında kadınlar mı daha çok, erkekler mi?
Göç olgusunun genellikle erkekler tarafından daha fazla gerçekleştirildiğini kaydeden Prof. Dr. Barış Erdoğan, “Ancak, geçmiş yıllardaki istatistiklerde kadınlarla erkekler arasındaki fark giderek kapanıyor. Öncelikle bunu belirtmek gerekiyor. Kadınların sayısı, erkeklere giderek daha da yakınlaşıyor. Eğer bu trend devam ederse, 10 yıl sonra bu iki grup arasındaki fark neredeyse ortadan kalkacak. Beyin göçündeki erkek yoğunluğunun önemli nedenlerinden biri, bilim, teknoloji ve matematik gibi alanların erkekler tarafından daha fazla tercih edilmesidir. Beyin göçü açısından da birçok ülke sosyal bilimcilerden ziyade teknik insanları çekmek istemektedir; dolayısıyla, teknik alanlardan mezun olanların çoğunluğunu erkekler oluşturuyor.” dedi.
Doğru eleştirinin kişiye sunulmuş bir armağan olduğuna dikkat çeken Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan takım çalışmasının önemini vurguladı. Tarhan, “21. yüzyıl becerilerinden biri olan takım çalışması, sosyal ve duygusal becerileri de gerektiriyor. Artık bireysel deha yerine grup dehası önem kazanıyor. Başarı, iş birliği ve takım çalışmasıyla elde ediliyor. Bu da insanların iş birliği becerilerini geliştirmesiyle mümkün oluyor.” dedi.
Doğada zıtların dengesi olduğuna işaret eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Karanlık nedir? Aslında aydınlığın olmaması demek. Entropi yasası bu… Bu entropi yasasına uygun davranmak. Burada önemli bir beceri ortaya çıkıyor. Negatifle savaşmak yerine pozitifi güçlendirmek… Devamlı olumluyu artırdıkça olumsuz kendiliğinden azalır.” İfadelerini kullandı.
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü, Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, 21. yüzyıla uyum ve yeni yüzyıl becerileri konusunu ele aldı.
Sosyal ve duygusal beceriler ön plana çıkıyor
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, 21. yüzyılın becerilerinin özellikle yeni öğrenme ve yenilik becerileri olarak tanımlanabileceğini kaydederek, “21. yüzyılda öğrenme modeli değişti ve yenilikler hızla gelişti. Bu öğrenme modelinin değişmesi ve hızlı dönüşüme uyum sağlamak için geliştirilen beceriler hem akademik hem de teknik becerilerin ötesine geçiyor. Artık sosyal ve duygusal beceriler de ön plana çıkıyor. Akademik ve teknik beceriler, sosyal ve duygusal becerilerle desteklenmezse, kişi çağı yakalayamaz, kaçırır. Dijital dönüşümün hızlandığı bir dünyada, dijital teknolojiler akademik ve teknik görevleri büyük ölçüde üstlenmeye başladı. Ancak dijital teknolojiler, sosyal ve duygusal alandaki yenilikleri gerçekleştiremediği için, bu alanlarda becerilerini geliştirenler 21. yüzyılın gerekliliklerini yakalamış ve fark yaratmış olacaklar.” dedi.
Yapay zekâda önemli gelişmeler yaşanıyor
2000’li yılların başlarında nörobilim ve beyin temelli öğrenmenin, sosyal ve duygusal becerilerde önemli değişimlere yol açtığını kaydeden Prof. Dr. Tarhan, beyin temelli öğrenmenin 2018’de büyük bir ivme kazandığını ve aynı dönemde yapay zekâda da önemli gelişmeler yaşandığını, 1950’lerde temelleri atılan yapay zekânın, beyin temelli öğrenme ve sinir ağlarının ilerlemesiyle yeniden canlandığını anlattı.
Bu durumun, eğitim sistemini de etkileyerek geleneksel öğrenme modellerinden deneyimleyerek öğrenmeye geçişi hızlandırdığını ifade eden Prof. Dr. Tarhan, “Geleneksel öğretim tarzı olan öğretmen anlatıyor, öğrenci dinliyor modeli. Yerini deneyim ve girişimlere açık, problem çözme yöntemlerini değiştiren yeni modellere bıraktı.” dedi.
21. yüzyıl becerilerinden biri de takım çalışması
Bu çağda ekonomik büyüklük ve ülkenin gücünün, toprak ve nüfusla değil, ekonomik başarı ve yenilikçi start-up’larla ölçüldüğünü de dile getiren Prof. Dr. Tarhan, “Zenginlik artık maden rezervlerinden ziyade patent ve yenilik sayılarıyla değerlendiriliyor. 21. yüzyıl becerilerinden biri olan takım çalışması, sosyal ve duygusal becerileri de gerektiriyor. Artık bireysel deha yerine grup dehası önem kazanıyor. Başarı, iş birliği ve takım çalışmasıyla elde ediliyor. Bu da insanların iş birliği becerilerini geliştirmesiyle mümkün oluyor.” diye konuştu.
Nitelikli tekno-girişimcilik önemli hale geldi
Bağlantısallık (connectivism) adı verilen yeni bir becerinin de ön plana çıktığını ve insanların network’ü (bağlantıları) ne kadar genişse, yaptıkları işin de o kadar görünür ve etkili hale geldiğini anlatan Prof. Dr. Tarhan, sosyal etki gücünün, yenilikçilik ve girişimcilik açısından önem kazandığını, yenilikçi ve girişimci olmanın da artık yeterli gelmediğini, bu yeniliklerin topluma anlatılması ve sosyal etki yaratmasının da gerektiğini, bu bağlamda nitelikli tekno-girişimciliğin önemli olduğunu kaydetti.
Orta ve uzun vadeli düşünme de 21. yüzyıl becerilerinden birisi…
Prof. Dr. Tarhan, 21. yüzyılda objektivizm ve sürdürülebilirlik konularının önemli kavramlar haline geldiğini ifade ederek, şöyle devam etti:
“Başarı artık bireysel değil, takım başarısı olarak değerlendiriliyor ve sürdürülebilir başarı hedefleniyor. Mesela sürdürülebilirlik de 21. yüzyıl becerisi. Yani 5 sene sonra aynı kalitede ürün üretebilecek misin? Bir öğrenci şu anda mutlu ve başarılı ama okul bitince de başarılı olabilecek mi? Akademik başarısı var ama hayat başarısı olacak mı? Orta ve uzun vadeli düşünme de 21. yüzyıl becerilerinden birisi. Bütüncül bakabilmek, sadece bir ağaca değil, bütün ormanı görerek hareket edebilmek… Çünkü doğada zıtların dengesi var. Karanlık nedir? Aslında aydınlığın olmaması demek. Entropi yasası bu… Bu entropi yasasına uygun davranmak. Burada önemli bir beceri ortaya çıkıyor. Negatifle savaşmak yerine pozitifi güçlendirmek… Devamlı olumluyu artırdıkça olumsuz kendiliğinden azalıyor.”
21. yüzyıl becerileri sahibi bireyler yeniliğin yöneticisi olarak öne çıkıyorlar
Davranışsal entropiye de dikkat çeken Prof. Dr. Tarhan, psikolojik bir varlık olan insanların sevdiği şeylere ve güven duygusunu hissettiği yerde yatırım yaptığını dile getirdi.
21. yüzyıl becerilerinin bugünün toplumunda başarı ve etkinlik için önemli bir role sahip olduğunu kaydeden Prof. Dr. Tarhan, “Dijital okuryazarlık bu becerilerin temelini oluşturuyor; bu sayede bireyler hızlı değişimlere ayak uydurabiliyor, yeni gelişmeleri takip edebiliyor ve uyum sağlayabiliyorlar. Ancak sadece yenilikleri takip etmek değil, bu yenilikleri kendi amaçları doğrultusunda etkin bir şekilde kullanabilmek de önem taşıyor. Bu bağlamda, 21. yüzyıl becerileri sahibi bireyler yeniliğin yöneticisi olarak öne çıkıyorlar, yeniliğin kurbanı olmaktan ziyade yönlendirici ve etkili kararlar alabilen kişiler olarak kabul ediliyorlar.” dedi.
20. yüzyıldan gelen ebeveynler çocuklarını 21. yüzyıla hazırlıyor
20. yüzyıldan gelen ebeveynlerin çocuklarını 21. yüzyıla hazırlaması konusuna da işaret eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Burada bir zihinsel dönüşüm gerekiyor. Anne baba çocuğunu yetiştirirken ‘Benim zamanımda öyle değildi. Benim annem babam böyle davranıyordu. Bizim çocuklarımıza böyle davranmıyor’ diye düşünüyor. Bu aslında Mısır papirüslerinde, tabletlerinde de olan bir şey. Yani kuşak çatışması Sokrates’te de var. İki şey hiç değişmemiştir; ‘Biri kuşak çatışması, diğeri de gelin kaynana meseleleri.’ Bu çağda bilgi daha önce 30 senede bir bilgi eskiyorsa, şimdi 3 senede eskiyor. Kuşak tartışması şimdi daha gürültülü yaşanıyor. Bunun için anne babaların da eğitimcilerin de buna ayak uydurması gerekiyor.” diye konuştu.
Öğrenci odaklı eğitim “öğrenciyi şımartmak” değil
Öğrenci odaklılığın eğitimde önemli bir kavram haline geldiğini ifade eden Prof. Dr. Tarhan, ancak, bu kavramın genellikle yanlış anlaşıldığını ve “öğrenciyi şımartmak” olarak yorumlandığını, oysa öğrenci odaklılığın öğrencinin her dediğin ‘evet’ demek anlamına gelmediğini, öğrenci odaklı eğitimin öğrencinin ihtiyaçlarına, ilgi alanlarına ve bireysel öğrenme hızına göre düzenlenmiş bir eğitim yaklaşımı olduğunu kaydetti.
Bu yaklaşımla öğrencilerin, aktif bir şekilde öğrenme sürecine katılarak kendi öğrenme sorumluluklarını üstleneceklerini dile getiren Prof. Dr. Tarhan, “Hz. Ali’nin şu sözü bu konuyu çok iyi özetler: ‘Çocuklarınızı onların yaşadığı çağa göre değil, onların yaşayacağı çağa göre yetiştirin.’.” Orta ve uzun vadeli düşünerek, teknolojik olarak zenginleştirilmiş bireyler yetiştirmemiz gerekiyor. Böyle öğrenme ortamı var. Bu da toplumun ihtiyaçlarını okuyarak ortaya çıkıyor.” diye konuştu.
Her çocuğun kendine özgü yetenekleri ve öğrenme biçimleri var
Günümüzde, eğitimde bireyselleşmiş öğrenme ve çoklu zekâ odaklı yaklaşımların ön plana çıktığını da anlatan Prof. Dr. Tarhan, “Her çocuğun kendine özgü yetenekleri ve öğrenme biçimleri vardır. Bu nedenle, eğitimde her çocuğun güçlü ve zayıf yönlerine göre farklı yöntemler kullanmak gereklidir. Müziksel zekâsı yüksek olan çocuklar, müzikal unsurlar kullanarak daha iyi öğrenirler. Bu çocuklar için müzikle ilgili etkinlikler ve araçlar eğitim sürecine dahil edilmelidir. Sosyal zekâsı yüksek olan çocuklar, sosyal etkileşimler ve grup çalışmalarıyla daha verimli öğrenirler. Bu çocuklar için aktif öğrenme ortamları oluşturulmalı ve sosyal etkinlikler teşvik edilmelidir.” dedi.
21. yüzyılın en önemli becerilerinden biri de eleştirel düşünme
Eğitim sisteminde bu farkındalığa erişmiş proje odaklı okulların ortaya çıktığını ve bu okulların, öğrencilerin bireysel yeteneklerine göre eğitim verdiğini dile getiren Prof. Dr. Tarhan, özellikle okuduğunu anlama ve sorgulama yeteneklerini geliştirmek için meta bilişsel yöntemler kullanıldığını, bu yöntemlerin, öğrencilerin öğrenme sürecini anlamalarını ve kontrol etmelerini sağladığını ve eleştirel düşünme ile anlam arayışını teşvik ettiğini de kaydetti.
Prof. Dr. Tarhan, 21. yüzyılın en önemli becerilerinden birinin de eleştirel düşünme olduğunu ifade ederek, geleneksel eğitim sistemlerinin, “sorma, düşünme, itaat et” yaklaşımını benimsediğini, ancak, modern eğitim sistemlerinin, çocukların “sor, düşün, ikna ol ve inanıyorsan itaat et” şeklinde ilerlemelerini teşvik ettiğini söyledi.
Z kuşağı, gerçekten istekliler, sevimliler, öğrenmek istiyorlar…
Çocukların sorgulayan, eleştirel düşünen ve ikna olarak ilerleyen bireyler olarak yetiştirilmesinin önemine işaret eden Prof. Dr. Tarhan, “Öğrenci odaklı demek öğrencinin sevgi ve güvenini kazanarak yapılan ilişkidir. Öğrenciler şu anda Z kuşağı. Gerçekten istekliler, sevimliler, öğrenmek istiyorlar ve ciddi bir masumiyet arayışı var onlarda. Adalet arayışı var. Haksızlıktan çok rahatsız oluyorlar. Bu iyi bir şey, bunu bozmayalım. Bütün dünyada Gazze olaylarında görüyoruz gençler duyarsız kalmadılar. Siyasal sistemlerin hepsi çıkarcı davrandı ama gençler objektif davranabiliyor. Doğu kültürlerinde niye gençlerde tepki yok? Çünkü doğu kültürleri baskıcı kültürler. Otoriter kültürler. Böyle kültürlerde insanlar duygularını bastırıyorlar. Otorite kalktığı zaman da anarşist oluyorlar ya da yalanı, ikiyüzlülüğü öğreniyorlar. Her masada farklı konuşan tipler ortaya çıkıyor.” diye konuştu.
Eleştiren öğrencileri, eleştiriyi armağan gibi göreceğiz…
Baskıyla, korkutarak eğitim sistemi, geleneksel eğitim sisteminin bu çağın yöntemi olmadığını kaydeden Prof. Dr. Tarhan, doğru eleştirinin kişiye sunulmuş bir armağan olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade etti. Tarhan, “Madem 21. yüzyılda buradayız. Sorgulayan öğrencilerden, eleştiren öğrencilerden rahatsız olmayacağız. Eleştiren öğrencileri, eleştiriyi armağan gibi göreceğiz. Anne baba da araştırır beraber bakalım, eğer ben biliyorsam söylerim, bilmiyorsam beraber öğrenelim demeli. Yol arkadaşı olsun anne baba çocukla. Böylece birlikte öğrenirler. 21. yüzyıl becerilerinden birisi de öğrenen örgüt felsefesi. Yani anne de öğrenecek, baba da öğrenecek çocuk da öğrenecek. Okulda öğretmen de öğrenecek, öğrenci de öğrenecek. Bilgiye ulaşmak çok kolay şimdi. Yani öğrenen organizma olabilmesi için muhakkak herkesin öğrenme arzusu, hedefi, kendini yenileme isteği olması gerekiyor. Teknolojide çok hızlı değişiyor. Teknolojiyi, dijital okuryazarlığı yakalayan 21. yüzyıl becerilerinde en büyük beceriyi, problem çözme becerisini kazanmış oluyor.” şeklinde konuşmasını tamamladı.
“3. Dünya Savaşı’nın merkezi Ukrayna olabilir!”
“Ukrayna, 3. Dünya Savaşı’nın başlangıç noktası da olacak!”
Dünya genelinde artan gerilim ve çatışmalar 3. Dünya Savaşı endişelerini tetiklerken, küresel politikalar, güç dengeleri ve olası senaryolar üzerine yapılan analizler, dünyanın bu tehlikeli eşiğe ne kadar yakın olduğunu sorguluyor.
Çin’in önlenemeyen ekonomik yükselişi karşısında keskinleşen küresel jeoekonomik rekabetin, vekalet savaşlarının yaygınlaşmasını sağlayan faktörlerden biri olduğunu dile getiren Dr. Güler Kalay, “Rusya-Ukrayna Savaşını bu çerçevede değerlendirebiliriz ki olası III. Dünya Savaşı durumunda da savaşın merkezinin Ukrayna olma olasılığı yüksektir.” dedi.
Dr. Güler Kalay: “Türkiye’nin mevcut uluslararası savaş risklerinin arttığı ve kutuplaşmaların keskinleştiği bu ortamda çatışma önleyici diplomasi ve çatışma çözümü için arabuluculuk girişimleri son derece önemli.”
Üsküdar Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdür Yardımcısı Dr. Güler Kalay, küresel jeopolitik gerginliklerin artmasının nedenlerini ve olası 3. Dünya Savaşı senaryolarını değerlendirdi.
3. Dünya Savaşı söylemleri ne zamandır var?
3. Dünya Savaşı söylemlerinin yeni olmadığına işaret eden Dr. Güler Kalay, “Soğuk Savaşın bitişi, her ne kadar mutlak barış beklentilerini en azından ilk on yıl için güçlendirmişse de 1990’lı yılların başından bu yana küresel sermaye hızla Asya-Pasifik’e doğru kaymaya başladı. Bunu en belirgin şekliyle Asya Kaplanlarının 1990’lı yıllardaki krizlerden yükselerek çıkmaları ve Çin’in önlenemeyen ekonomik yükselişinde görmek mümkün. Soğuk Savaş’ın galibi, yeni dünya düzeni söylemleriyle tek kutuplu dünya düzeninin sürekliliğini savunan ABD’nin küresel ekonomideki güç kaybı karşısında hegemonik gücünün sürdürülebilmesi için daha agresif ve proaktif bir dış politika yürütmeye başladığını görürüz. Bu, günümüzdeki vekalet savaşlarının da bir nedeni olmakla birlikte küresel sermayenin yön değiştirmesini durduramamıştır.” dedi.
NATO’nun öncelikli amacı Amerikan çıkarlarını korumak
“Günümüze gelirsek; 3. Dünya Savaşı söylemleri ve Rusya’nın Avrupa için giderek daha fazla tehdit oluşturduğu söylemleri, NATO’nun asıl misyonunun yeniden güçlendirilmesi çabalarını da yansıtmaktadır.” diyen Dr. Güler Kalay, aslında çokça dile getirildiği gibi NATO’nun öncelikli amacının Amerikan çıkarlarını korumak olduğunu, Avrupa’nın güvenlik tehdidi altında olduğu algısının NATO’nun Baltık ülkeleriyle gelen genişlemesini sağladığını ve Rusya’nın Baltık sınırının NATO’nun kontrolüne girdiğini anlattı.
Küresel jeoekonomik rekabet vekalet savaşlarının yaygınlaşmasını sağlıyor
Çin’in önlenemeyen ekonomik yükselişi karşısında keskinleşen küresel jeoekonomik rekabetin, vekalet savaşlarının yaygınlaşmasını sağlayan faktörlerden biri olduğunu dile getiren Dr. Güler Kalay, “Rusya-Ukrayna Savaşını bu çerçevede değerlendirebiliriz ki olası 3. Dünya Savaşı durumunda da savaşın merkezinin Ukrayna olma olasılığı yüksektir. Önceki dünya savaşlarına baktığımızda en belirgin nedenlerden biri sermaye paylaşımı sorunuyken diğerinin de Avrupa’nın güvenliği konusu olduğunu görürüz. Bu bağlamda Çin’in rakip hegemonik güç ve Rusya’nın uluslararası askeri ve siyasal güç olarak yükselişi karşısında Ukrayna bu her iki aktör için kilit nokta olabilmektedir. Elbette Çin’in arka bahçesi Tayvan’daki Batı yanlısı girişimler ve yaşanan siyasal krizler de bu senaryonun bir parçası olarak görülebilir.” diye konuştu.
Yeni Soğuk Savaş ve küresel güç rekabeti…
Küresel hegemonyanın mücadelesi yoğunlaştıkça, jeopolitik dinamiklerle birlikte bu dinamikleri yeniden şekillendirecek jeoekonomik projelerin de ortaya çıktığına işaret eden Dr. Güler Kalay, “Çin’in Kuşak Yol Projesi karşısında ABD-Hindistan projesi olan Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) küresel rekabetin bir parçası. Yeni Soğuk Savaş ve küresel güç rekabetinin yarattığı jeoekonomik konjonktürde, ‘koridor savaşlarının’ bu projelerin jeopolitik konumu ve ölçeği nedeniyle küresel hegemonya rekabetinin bir parçası haline geldiğini görmekteyiz.” dedi.
3. Dünya Savaşı’nın başlangıç noktası…
Bu bağlamda kollektif Batı’nın öncelikli hedefinin Rusya ve güvenlik algıları olarak görünse de asıl hedefin Çin ile ABD arasındaki hegemonya yarış olduğuna dikkat çeken Dr. Güler Kalay, “Amerikan hegemonyasını sona erdirmesi beklenen Çin hegemonyasının yükselişi karşısında Batı sermayesi varoluşsal bir mücadele veriyor. Ukrayna Batı’nın doğuya açılan ilk kapısı dolayısıyla zayıf bir Rusya ve Çin’in çevrelenmesi senaryolarıyla desteklenen Ukrayna, bu yarışın merkezi olduğu gibi III. Dünya Savaşı olasılığında büyük ihtimalle başlangıç noktası da olacaktır.” şeklinde konuştu.
Avrupa için ‘Rus tehdidi’ söylemleri bir algı yaratma çabalarının yansıması
Rusya-Ukrayna savaşına dolaylı olarak daha fazla oyuncunun katılmaya başladığını da kaydeden Dr. Güler Kalay, “Avrupa için ‘Rus tehdidi’ söylemleri Avrupa’da güvenlik konusunda bir algı yaratma çabalarının yansıması olduğunu düşünüyorum. Bu NATO’nun buradaki savaşa kısmen veya doğrudan katılımının gerekçesini yaratacaktır. Başta ABD olmak üzere AB ülkelerinin Ukrayna’ya doğrudan desteğine rağmen Rusya’nın aleyhine bir sonuca ulaşılamıyor. Bununla birlikte 2 yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın maliyeti ve yükü Rusya için daha da ağırlaştıkça küresel kutuplaşma daha da artıyor. Her ne kadar Batı için amaç dünya hidrokarbon kaynaklarının büyük kısmına sahip olan ayrıca Kuzey Kutbundaki yeni yeraltı kaynaklarında büyük bir pay sahibi olan Rusya’nın Post-Sovyet coğrafyası başta olmak bölgesinde artan askeri ve siyasi gücünü durdurmak gibi görünse de öncelikli hedefin Çin’in küresel ekonomideki yükselişi ve küresel sermayenin değişen jeoekonomik koşullarını yönlendirebilmek olduğunu söyleyebiliriz.” dedi.
Rusya ve Çin arasındaki ittifak güçleniyor
Rusya-Ukrayna savaşındaki uzlaşma ne kadar engellenirse Rusya ve Çin arasındaki ittifakın da aynı oranda güçlendiğini belirten Dr. Güler Kalay, şöyle devam etti:
“Rusya’nın Asya-Pasifik’e kayan küresel sermayeye entegrasyonu da yine bu paralelde artıyor. Rusya-Çin ittifakına İran da önemli bir güç olarak dahil oluyor ve bölgedeki Moskova-Pekin-Tahran yeni ekonomik koridorların doğrudan sahibi ve denetleyicisi haline geliyor. Buna karşılık Amerikan-Hindistan ticari ortaklığı önemli bir alternatif proje olarak karşımıza çıksa da Batı sermayedarları için yeterli değil. Bu doğrultuda Doğu Akdeniz’in önemi artıyor. Burada Amerikan’ın desteğindeki İsrail saldırgan bir dış politikayla yeni çatışmaları körüklemekte ve dolaylı olarak Amerikan’ın Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’e yeniden dönüşünü sağlamaktadır.”
Olası küresel savaş önlenebilir mi?
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın olası 3. Dünya Savaşı söylemlerinin mevcut konjonktürde artan rekabetin ve vekalet savaşlarının topyekûn bir küresel çatışmaya dönüşme riskini işaret ettiğini ifade eden Dr. Güler Kalay, “Ukrayna-Rusya savaşının artık iki taraf arasındaki bir çatışmadan çıkıp daha fazla uluslararası oyuncunun müdahil olduğu geniş çaplı bir savaşa dönüşmesi, olası III. Dünya Savaşının merkezinin yine Avrupa olacağını göstermektedir. Aslında Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ‘savaş söylemleri ciddiye alınmalıdır’ sözünün mevcut konjonktürde artan küresel rekabetin yönetilebilir ve yönlendirilebilir aşamada olduğunu ve olası küresel savaşın önlenebilirliği için bir uyarı niteliğinde okunması gerektiğini düşünüyorum.” dedi.
Yeni vekalet savaşları önleyici diplomasiyi de zora sokabilir
Dr. Güler Kalay, Rusya-Çin-İran iş birliği konusundaki görüşlerini de şöyle açıkladı:
“Bununla birlikte Rusya-Çin-İran iş birliğinin Kuzey Kore, Vietnam yönünde genişlemesi; BRICS’in artan etkisini dikkate aldığımızda Amerikan, hegemonyasını sürdürebilmesi ve büyük oranda savaş sanayine bağlı ekonomisinin güçlenebilmesi için mevcut çatışmaların sürmesini ve / veya yeni çatışma bölgelerinin oluşmasını dolaylı veya doğrudan destekleyebilir. Bolivya’daki son darbe girişimi de Latin Amerika Ülkelerinin BRICS’e artan ilgilerini de hedef aldığı açıktır. Önümüzdeki Amerikan seçimleri III. Dünya Savaşı söylemlerinin ne yönde şekilleneceğinde de belirleyici olabilir. Amerikan silah sanayiinin doğrudan desteklediği Biden’ın sert dış politikasına karşılık Trump’ın ılımlı dış politikası uluslararası ilişkilere de etki edecektir. Doğrudan bir III. Dünya Savaşı değil belki ama yeni vekalet savaşları ve jeoekonomik rekabette ‘koridor savaşları’ önleyici diplomasiyi de zora sokabilecek boyutlara ulaşabilir.”
Türkiye’nin arabuluculuk yoluyla barışın inşasında oynayabileceği kritik rol…
“Türkiye’nin mevcut uluslararası savaş risklerinin arttığı ve kutuplaşmaların keskinleştiği bu ortamda çatışma önleyici diplomasi ve çatışma çözümü için arabuluculuk girişimleri son derece önemlidir.” diyen Dr. Güler Kalay, şöyle devam etti:
“Küresel güç rekabetinin keskinleştiği jeoekonomik konjonktürde, ‘koridor savaşları’ sadece küresel ticaret açısından bir güvenlik problemi yaratmıyor; bununla birlikte bu projeler, jeopolitik konumu nedeniyle küresel hegemonya rekabetinin bir parçası haline geliyor.
Türkiye’nin bu rekabet ortamında ‘ticaret diplomasisi’ yoluyla oynayacağı ulusal ve uluslararası rol, aynı zamanda çatışma önleyici diplomasiyi de kapsayabilir. Türkiye’nin Orta Koridor ve Zengezur Koridoruna yönelik bağlantı stratejisi gerek bölgesel gerek küresel sürdürülebilir barışın inşası için büyük etkileri olabilir. Bu açıdan Türkiye, yakın gelecekte küresel etki yaratabilen bir bölgesel aktör olarak daha fazla dikkat çekebilir.”