31 Mayıs 2025 Cumartesi
95 yılı öncesi doğan anne babaların duygularına tercüman olmak niyetim.
Zavallı Y kuşağı.
Milenyum çağına geçişte arada kalmış, ezilmiş, şaşırmış bir kuşak.
Haliyle bu arada kalmışlığın, adapte olmayışın travmalarını taşıyorlar.
Toplumsal baskı neticesinde anne kucağı, baba sevgisi görememiş bir kuşak.
Anadolu’da (batıda öyle olduğunu düşünmüyorum) aile büyüklerinin yanında çocuk sevmenin ayıplandığı tufah! bir döneme denk gelen sevgi görmeyen, sevgi nedir bilmeyen bir kuşağın aşırı sevgi ile büyütmeye çalıştırdıkları Alfa Kuşağı konumuz….
Bütün bunların neticesinde “Ben görmedim çocuğum görsün. Ben yaşamadım o yaşasın.” merkezli çocuk büyütme serüveni.
Sonuca bakarsak kimine göre sağlıklı kimine göre problemli bir nesil yetiştirdiler.
İki bakış açısıyla da bakacak olursak
Evet, kendine güvenen, sosyal, üretken bir kısım var.
Kendini ifade edebilen, hakkını koruyan bir nesil gurur kaynağımız tabii ki.
Projeleriyle yurtdışı burslar kazanan, bilime, teknolojiye yön veren azınlık da olsa başarılı, topluma faydalı bir Alfa kuşağı var bunu yadsıyamayız.
Lakin çoğunluğa bakacak olursak üzülmemek elde değil.
Bütün öğretmeler dert yakınıyor.
Sınıfta kendi kendine bağıran, anlamsızca sürekli konuşan onlarca çocuk olduğunu, yaptıkları tek şeyin sadece gürültü çıkarmak olduğunu söylüyorlar.
Özgüven ile şımarıklık arasındaki o ince ayrıntının Y kuşağı ebeveynler penceresinden “özgüven” olarak algılanmasının sonuçları…
Çocuklar büyüdükçe fark eden bir şey olmuyor.
“Çocuğuma söz geçiremiyorum.” diyerek sitem eden binlerde ebeveyn var maalesef.
Çocuk kendi krallığını kurmuş, anne baba köle olmuş küçük saraylar artık hepimizin evi.
Ah! Şimdiki çocuklar…
Okumuyorlar, yazmıyorlar. Her zaman telefondalar.
Sanal bir dünyaları var o dünyada yaşıyorlar.
Konfor alanından çıkmakta zorlanan çocuk dışarıda olup biten mücadelenin farkında olmuyor.
Tüm ihtiyacı ailesi tarafından karşılanmış bu kuşağı, aile evinden uzaklaştığında sudan çıkmış balığa dönüyor.
Kendi ihtiyaçlarını karşılamayacak durumda, hayatın sert darbelerine karşı göğüs geremeyecek nahiflikte savrulup gidiyor.
Muhtemel böyle bir nesil yine kendileri gibi bir çocuk yetiştireceğinden gelecek kuşak da aynı kaderi yaşayacak.
Travmatik ebeveynlerin çocukları büyüdükçe, ebeveynler biz nerde yanlış yaptık sorusunu sorsalar da iş işten geçmiş oluyor. Evet Sevgili Ebevenyler,
Her çiçek kendi zamanında, kendi mevsiminde açar.
Çocuklarınıza geçmiş travmalarınıza göre bir yaşam şekli sunmayın.
Bizlere verilen kısacık bir hayatı renklendirmek, hareketlendirmek, sağlıklı hale getirmek biz ebeveynlerin elinde.
Çocuklar bizim geleceğimizi oluştururken, “şimdiki zaman”ı en kaliteli şekilde geçirmeniz dileklerimle
Biz insanlar hayata ne kadar da çok anlam yüklüyoruz değil mi?
Oysa bu dünyaya ölmek için geldik.
Bir varoluş mücadelesi içindeyiz.
Kiminin uzun, kiminin kısa bir yaşam sürdüğü bu dünyaya ne bırakabiliriz onu düşünelim.
Bu yaşamı nasıl hak edebiliriz?
İyi bir isim, faydalı ilim, iyi bir insan yetiştirmek, paylaşmak, yardımlaşmak, bırakabileceğimiz güzel izlerdir dünyaya.
Yedi kuşak sonra isimler dahi unutulacak ve hiç yaşamamış gibi olacakmış insanlar, ne acı.
Hiçbir iz bırakmadan sadece bir cismin kütlesinin yer kapladığı gibi…
Yaşlıların kendi isimlerini torunlarına verme ısrarı bu sebeple olmalı ki dünyaya bir isim bırakmak, unutulmamak insanoğlunun tek isteği.
Bu dünya bizden önce de vardı, bizden sonra da olacak.
Biz yolcuyuz, dünya durak.
Sultan Süleyman’a kalmayan dünya kime kalacak?
Çoğu insan ister öldükten sonra unutulmamayı, peki ne bıraktın ardında seni hatırlamaları için?
Zaman zaman bu soruyu sormalıyız kendimize cevabını bilsek de.
Bütün ömründe kendi mutluluğu için çalışıp çabalayan, sadece kendi karnını duyuran insanlar maalesef ki çabuk unutulanlardan olacak.
Üretmek, kalıcı bir iz bırakmak, insana dokunmak, yaraları sarmak, hatırlanacak işler yapmak gerek…
Ömür dediğimiz hayat çok kısa,
Anı yaşamak, yaşamdan keyif almak, at gözlüklerimizi çıkarıp dünyayı görmek, dünyaya bir şey katmak gerek.
Ancak çoğumuz iyi bir ev, iyi bir araba, güzel bir kıyafet için çabaladığımız kadar dünyayı güzelleştirmeye, iyiliğe çabalamıyoruz.
Gittikçe bencilleşiyoruz…
Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip biz de kimseye dokunmuyor, kendi kabuğumuzda yaşıyoruz.
Bencil bir toplum kitlesi yaratmak amacında olanlar amacına ulaştılar bence.
Korku senaryoları ile yaşama isteklerinin azaldığını pek çok insandan duyuyor , görüyoruz.
“Yaşam mücadelesi” tabiri ne kadar da yerinde, günümüzde gerçekten bir mücadele içindeyiz…
Depremler, yangınlar, türlü felaketler, geçim sıkıntısı vs. derken geleceğe olan inancımızın, yaşama istediğimizin kırıldığı oluyor maalesef.
Yaşamak ne zor şey kalbi olana…
Orhan Veli’nin de söylediği gibi,
Biliyorum, kolay değil yaşamak;
Ama işte
Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak,
Birinin saati işliyor kolunda.
Yaşamak kolay değil ya kardeşler,
Ölmek de değil;
Kolay değil bu dünyadan ayrılmak…
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele günü ve 5 Aralık Dünya Kadın Hakları günü dolayısıyla yazmak istedim.
Kadının toplumdaki yeri ile başlayan klasik cümleler kurmayacağım.
Hepimiz olmaları gerektiği yeri biliyoruz ancak hak ettikleri bir yaşam koşulu sunamıyoruz.
Hele ki günümüz toplumsal yapısında maalesef ayaklar altına alınan, hor görülen, küçümsenen, aldatılan, dövülen, katledilen ne çok kadınlarımız var.
Bir gün olsun kadın cinayetleri duymadığımız haber bülteni yoktur.
Kadınların bu kadar hor görülmesinin altındaki sebeplere bakacak olursak tarihe biraz inmekte fayda var.
Havva’dan başlayalım mesela…
İnsanlık tarihinin ilk günah işleyen kadını.
İnsanoğlunun cennetten kovulmasına sebep gösterilen günah keçisi Havva.
Kadınlara karşı oluşan önyargının ilk örneği…
Tarih sayfalarına biraz göz gezdirdiğimizde antik dönemde de kadınlara verilmiş bir hak göremiyoruz.
Demokrasinin temelleri o dönemde atılsa da demokrasiye kadınları dahil etmemişler.!
Erkek egemen toplum yapısı bütün dünyayı sarmış tarih boyunca.
İslamiyet öncesi Türk toplumlarına baktığımızda ise kadınların yeri önem arz etmiş.
Güzel gelişme.
Devlet yönetiminde söz sahibi olmuşlar.
Ata binip kılıç kuşanmışlar.
Unvan almışlar ki pek çok destan ve efsanelerde kadın hükümdarlar görüyoruz.
İslamiyet’in kabulü ile işler biraz tersine evrilmiş sanki.
Genel olarak, bir kadının faaliyet alanı, içinde yaşadığı ev, erkeğin alanı ise dış dünya olmuş.
Kadın erkeğe hizmet içi yaratılmış gibi bir toplum algısı almış başını gitmiş.
Kadınlar zinhar devlet işine karışmaya, demiş padişahlar.
Saraydaki kadının görevi Devlet-i Ali için erkek(!) çocuk doğurmak, saray dışındaki kadının görevi ocağında kocasını beklemek ve çocuğunun bakımıyla ilgilenmek, tarla sürmek, ocağını tüttürmek…
Siyasi haklardan söz açmak şöyle dursun kültürel ve sosyal haklar bakımdan bile kadınların hiç söz hakkı olmamış.
Öyle ki o zamanın hukukunda kadının şahitliğinin sayılmadığını, iki kadının yaptığı şahitlik, bir erkeğin şahitliğine denk kabul edildiğini biliyoruz.
Tarih boyunca örselenen, kenara itilen kadınlarımız tarih sayfalarına isimlerini yazdırmayı başardılar.
Saçı uzun aklı kısa, elinin hamuru ile erkek işine karışma, kadının kazdığı kuyudan su çıkmaz gibi sözlerle kenara itilen kadınlarımız tarihe yön verdiler.
Kurtuluş savaşı kahramanlarımızı sayacak olursak sayfalar yetmez ancak bazı kadın kahramanlarımızı hatırlatmak isterim.
Şerife Bacı, Kara Fatma, Nene Hatun, Gördesli Makbule, Halide Onbaşı ve daha niceleri…
Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın, diyor Mustafa Kemal.
Kadına bugünkü siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik haklarını veren onu özgürlüğüne ve insanca yaşama kavuşturan Mustafa Kemal Atatürk …
Ve “Kadın topluma açık yerde kahkaha atmayacak” diyen şimdiki devlet büyükleri…
Kadının toplum içinde var olma mücadelesi tarih boyunca devam etmiş ve maalesef edeceğe de benziyor.
Nazım Hikmet’in şiiriyle bitirmek isterim.
“Kimi der ki hamur yoğuran.
Kimi der ki çocuk doğuran.
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.
O benim kollarım, bacaklarım, başımdır.
Yavrum, annem, karım, kız kardeşim,
Hayat arkadaşımdır.”
Bu kadar fazla sıfatı aynı anda yüklenebilecek bir canlı daha yoktur yeryüzünde…
İyi ki varsınız kadınlar…
Yayınladığı ilk günden itibaren konusu ile dikkat çeken dizi daha yayınlanmadan fragmanı ile gündem olmuş gelen tepkiler üzerine “ahi” sözcüğü “fani” olarak değiştirilmişti.
Tarikatın adı kurmaca olsa da bir şekilde o gerçekliğe dokunuluyor…
Faniler cemaatindeki kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmelerine, kadının toplumdaki konumuna, erkek egemen bir yapıda kadınların ve okumak isteyen kız çocuklarının mücadelesine tanık oluyoruz bu dizide.
Kızıl Goncalar, günümüz muhafazakâr ve seküler çatışmasını çok net anlatıyor.
Çatışan iki tarafın senaryo matematiği düşünüldüğünde tarikat tarafının daha olumlu özelliklerle üstün gösterilme algısı var bence.
Birbiriyle çatışan iki farklı görüşe sahip insanlar, yaşam tarzları, karakterler, söylemler açısından karşılaştırıldığında sanıldığı gibi laikliği olumlayan bir mesaj vermediği, tarikat içindeki bazı karakterleri sempatik gösterdiğini düşünüyorum.
Bu sebeple muhafazakâr kesimin tepkisini daha çok çekmesi yersiz olmuş.
Bu kadar kült bir seyircisi olan bir dizinin eleştirisini yapmamdaki sebebe gelince “evrim teorisi sahnesi.”
Dizinin son bölümünde yeni müfredat ile ilgili bir sahne yer alıyor.
Özel bir okula göstermelik olarak öğrencileri yerleştirmiş olan fanilerden -onların tabiriyle- bir hanımanne kitaptaki evrim teorisinin anlatıldığı bölümü yırtıp atıyor ve diyor ki evrim teorisi müfredattan çıkarıldı, anlatılmayacak.!
Seküler olan bir öğretmen de hemen savunmaya geçiyor.
Eğitimine yurt dışında devam etmek isteyen öğrenciler için anlatıyoruz, diyor.
Neresinden tutacağımı bilemedim.
Eğitime karşı bir yapının yeni müfredat hakkında bu kadar bilgi sahibi olması ince bir gönderme değil midir ?…
Ve öğretmenin savunması daha içler acısı.
Eğitimde beyin göçünün doğallaştırılması algısı…
Yeni müfredat üzerinden gönderme yaparak eğitim öğretimde bir birlik olmadığını, her an her şeyin değişebileceğini, bir kesimi memnun eden yeni müfredatın bir kesimi rahatsız etmesi ve ülkesinde eksik gördüğü eğitimi yurt dışında tamamlama düşüncesi…
Eğitimde kaybettiğimizin subliminal bir mesajı…
Dizinin bir müdavimi olarak herkesin iple çektiği sahneler ise dergahın Mürşit’i olan Cüneyt Efendi ve Seküler Psikiyatr Levent’in sohbet ettiği sahneler. Sohbetleri o kadar derin ki tek bir kelimesini bile kaçırmak istemiyor insan. Metafizik ve bilim üzerine olan bu sohbetlerde bilimin savunduğu bir tezi metafizik söylemlerle çürütmeye çalışıyor Cüneyt.
Karşılıklı bir ikna çabası gibi yani.
O kadar derin felsefi sohbetleri var ki insanın not alıp üzerinde günlerce düşünesi geliyor.
Dizinin bu sezona geç başlamasının arkasında yatan sebep de buymuş aslında. Senaristlerin Cüneyt ve Levent sahnelerini yazarken günlerce inzivaya çekilmeleri ve karşılıklı sorgulamaya dayalı derin bir sohbeti yazarken zorlanmalarıymış.
Sözün özü : bütün bu eleştirilere rağmen dizi devem etmeli ve herkes izlemeli diye düşünüyorum.
Herkesin kendi penceresinden dünyayı ve hayatı nasıl algıladığını gösteren Kızıl Goncalar’ın her bölümünü iple çekiyorum.
Günümüz hastalığı :“Ben daha mutluyum yarışı.”
Sosyal medyanın hayatımızdaki yeri yadsınamayacak derecede ön planda.
Sosyal medyada geçirilen süre araştırmasında dünya birincisiyiz.
En çok gördüğümüz tablo da mutluluğunu ispatlamaya çalışan insanlar…
Neden mutlu olduğunu ispatlama gereği duyarız?
Bugün içinde yaşadığımız kültür takıntılı biçimde gerçek dışı beklentilere odaklanmış.
Daha mutlu ol. Daha sağlıklı ol. En iyisi ol, başkalarından daha iyi ol.
Tamam arkadaşım, en çok sen mutlusun, en çok sen geziyorsun, sen mükemmelsin, en iyisisin..!
Sosyal medya uygulamasının birkaç gün yasaklandığı yakın zamanda lokantalar ve bazı oteller açıklama yapmıştı. “Satışlarımız durdu. Otele gelen müşterilerde ciddi anlamda azalma oldu.”
Demek oluyor ki insanlar bazı şeyleri birilerine göstermek için yapıyor ve yaşıyor.
Gerçekten mutlu olan hiç kimse aynanın karşısına dikilip de kendine mutlu olduğunu tekrarlamaz, diye bir cümle okumuştum bir kitapta.
Başkaları onu mutlu zannedince gerçekten mutlu olacağını mı düşünüyorlar acaba?
Çoğu mutsuz insanlar bu şekilde mutluluk naraları attıkça onları görenler de yaşantısını sorguluyor.
Kendi hayatını, yaşam şeklini, alışkanlıklarını beğenmemeye başlıyor.
Bu sebeple ailesini ve çevresini yetersiz görüyor ve aile içi çatışmalar başlıyor.
Sahte dünyaya kendini kaptıran o kadar çok insan var ki…
Bu sahteliğin kurbanı olup kendi hayatımızı ve çevremizi hor görmeyelim.
Rol model aldığımız insanların sadece bir kare fotoğrafındaki mutluluk pozları; onların gerçek hayatındaki sorunlarının, içsel problemlerinin olmadığı anlamına gelmiyor.
Tam tersi bence.
Hayatlarındaki fırtınalı süreçleri maskelemekte çok hünerlidirler.
Kim ben mutsuzum der ki zaten.?
Hatta sürekli mutluyum imajı verenler aslında ağır bir depresyonda olabilir, diyor kişisel gelişim uzmanları.
Kayda geçen ruhsal hastalıklardaki artış bunun kanıtlanmış sonucu mudur?
Sosyal medya kullanımın yaygınlaşmasından sonra insanların depresyona daha meyilli olduğu da tespit edilmiş.
Buna bağlı olarak depresyon ilaçlarının satışındaki artış hepimizin malumu.
Evet, sosyal medyanın çok yaygın bir kullanım alanı, geniş bir kitlesi var ama bunu tadında ve kararında kullanmak gerek.
Çünkü senin aşırı mutluluk pozların başkalarının kendini mutsuz hissetmesine neden olabilir.
Sosyal medyayı insanlara ulaşmak, onları bilinçlendirmek, pozitif anlamda bir farkındalık oluşturmak, kötü gidişata dur diyebilmek gibi faydalı şekilde kullanmak daha öncelikli olmalı.
Sosyal medyadaki sahtelikler hayatımızı yönlendirmemeli çünkü dışarıda gerçek ve zor bir yaşam mücadelesi bizleri bekliyor.
Naçizane tavsiyem: Kendi sahnenizi, bir başkasının oyunuyla kıyaslamayın…