05 Kasım 2024 Salı
Yayınladığı ilk günden itibaren konusu ile dikkat çeken dizi daha yayınlanmadan fragmanı ile gündem olmuş gelen tepkiler üzerine “ahi” sözcüğü “fani” olarak değiştirilmişti.
Tarikatın adı kurmaca olsa da bir şekilde o gerçekliğe dokunuluyor…
Faniler cemaatindeki kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmelerine, kadının toplumdaki konumuna, erkek egemen bir yapıda kadınların ve okumak isteyen kız çocuklarının mücadelesine tanık oluyoruz bu dizide.
Kızıl Goncalar, günümüz muhafazakâr ve seküler çatışmasını çok net anlatıyor.
Çatışan iki tarafın senaryo matematiği düşünüldüğünde tarikat tarafının daha olumlu özelliklerle üstün gösterilme algısı var bence.
Birbiriyle çatışan iki farklı görüşe sahip insanlar, yaşam tarzları, karakterler, söylemler açısından karşılaştırıldığında sanıldığı gibi laikliği olumlayan bir mesaj vermediği, tarikat içindeki bazı karakterleri sempatik gösterdiğini düşünüyorum.
Bu sebeple muhafazakâr kesimin tepkisini daha çok çekmesi yersiz olmuş.
Bu kadar kült bir seyircisi olan bir dizinin eleştirisini yapmamdaki sebebe gelince “evrim teorisi sahnesi.”
Dizinin son bölümünde yeni müfredat ile ilgili bir sahne yer alıyor.
Özel bir okula göstermelik olarak öğrencileri yerleştirmiş olan fanilerden -onların tabiriyle- bir hanımanne kitaptaki evrim teorisinin anlatıldığı bölümü yırtıp atıyor ve diyor ki evrim teorisi müfredattan çıkarıldı, anlatılmayacak.!
Seküler olan bir öğretmen de hemen savunmaya geçiyor.
Eğitimine yurt dışında devam etmek isteyen öğrenciler için anlatıyoruz, diyor.
Neresinden tutacağımı bilemedim.
Eğitime karşı bir yapının yeni müfredat hakkında bu kadar bilgi sahibi olması ince bir gönderme değil midir ?…
Ve öğretmenin savunması daha içler acısı.
Eğitimde beyin göçünün doğallaştırılması algısı…
Yeni müfredat üzerinden gönderme yaparak eğitim öğretimde bir birlik olmadığını, her an her şeyin değişebileceğini, bir kesimi memnun eden yeni müfredatın bir kesimi rahatsız etmesi ve ülkesinde eksik gördüğü eğitimi yurt dışında tamamlama düşüncesi…
Eğitimde kaybettiğimizin subliminal bir mesajı…
Dizinin bir müdavimi olarak herkesin iple çektiği sahneler ise dergahın Mürşit’i olan Cüneyt Efendi ve Seküler Psikiyatr Levent’in sohbet ettiği sahneler. Sohbetleri o kadar derin ki tek bir kelimesini bile kaçırmak istemiyor insan. Metafizik ve bilim üzerine olan bu sohbetlerde bilimin savunduğu bir tezi metafizik söylemlerle çürütmeye çalışıyor Cüneyt.
Karşılıklı bir ikna çabası gibi yani.
O kadar derin felsefi sohbetleri var ki insanın not alıp üzerinde günlerce düşünesi geliyor.
Dizinin bu sezona geç başlamasının arkasında yatan sebep de buymuş aslında. Senaristlerin Cüneyt ve Levent sahnelerini yazarken günlerce inzivaya çekilmeleri ve karşılıklı sorgulamaya dayalı derin bir sohbeti yazarken zorlanmalarıymış.
Sözün özü : bütün bu eleştirilere rağmen dizi devem etmeli ve herkes izlemeli diye düşünüyorum.
Herkesin kendi penceresinden dünyayı ve hayatı nasıl algıladığını gösteren Kızıl Goncalar’ın her bölümünü iple çekiyorum.
Günümüz hastalığı :“Ben daha mutluyum yarışı.”
Sosyal medyanın hayatımızdaki yeri yadsınamayacak derecede ön planda.
Sosyal medyada geçirilen süre araştırmasında dünya birincisiyiz.
En çok gördüğümüz tablo da mutluluğunu ispatlamaya çalışan insanlar…
Neden mutlu olduğunu ispatlama gereği duyarız?
Bugün içinde yaşadığımız kültür takıntılı biçimde gerçek dışı beklentilere odaklanmış.
Daha mutlu ol. Daha sağlıklı ol. En iyisi ol, başkalarından daha iyi ol.
Tamam arkadaşım, en çok sen mutlusun, en çok sen geziyorsun, sen mükemmelsin, en iyisisin..!
Sosyal medya uygulamasının birkaç gün yasaklandığı yakın zamanda lokantalar ve bazı oteller açıklama yapmıştı. “Satışlarımız durdu. Otele gelen müşterilerde ciddi anlamda azalma oldu.”
Demek oluyor ki insanlar bazı şeyleri birilerine göstermek için yapıyor ve yaşıyor.
Gerçekten mutlu olan hiç kimse aynanın karşısına dikilip de kendine mutlu olduğunu tekrarlamaz, diye bir cümle okumuştum bir kitapta.
Başkaları onu mutlu zannedince gerçekten mutlu olacağını mı düşünüyorlar acaba?
Çoğu mutsuz insanlar bu şekilde mutluluk naraları attıkça onları görenler de yaşantısını sorguluyor.
Kendi hayatını, yaşam şeklini, alışkanlıklarını beğenmemeye başlıyor.
Bu sebeple ailesini ve çevresini yetersiz görüyor ve aile içi çatışmalar başlıyor.
Sahte dünyaya kendini kaptıran o kadar çok insan var ki…
Bu sahteliğin kurbanı olup kendi hayatımızı ve çevremizi hor görmeyelim.
Rol model aldığımız insanların sadece bir kare fotoğrafındaki mutluluk pozları; onların gerçek hayatındaki sorunlarının, içsel problemlerinin olmadığı anlamına gelmiyor.
Tam tersi bence.
Hayatlarındaki fırtınalı süreçleri maskelemekte çok hünerlidirler.
Kim ben mutsuzum der ki zaten.?
Hatta sürekli mutluyum imajı verenler aslında ağır bir depresyonda olabilir, diyor kişisel gelişim uzmanları.
Kayda geçen ruhsal hastalıklardaki artış bunun kanıtlanmış sonucu mudur?
Sosyal medya kullanımın yaygınlaşmasından sonra insanların depresyona daha meyilli olduğu da tespit edilmiş.
Buna bağlı olarak depresyon ilaçlarının satışındaki artış hepimizin malumu.
Evet, sosyal medyanın çok yaygın bir kullanım alanı, geniş bir kitlesi var ama bunu tadında ve kararında kullanmak gerek.
Çünkü senin aşırı mutluluk pozların başkalarının kendini mutsuz hissetmesine neden olabilir.
Sosyal medyayı insanlara ulaşmak, onları bilinçlendirmek, pozitif anlamda bir farkındalık oluşturmak, kötü gidişata dur diyebilmek gibi faydalı şekilde kullanmak daha öncelikli olmalı.
Sosyal medyadaki sahtelikler hayatımızı yönlendirmemeli çünkü dışarıda gerçek ve zor bir yaşam mücadelesi bizleri bekliyor.
Naçizane tavsiyem: Kendi sahnenizi, bir başkasının oyunuyla kıyaslamayın…
Neyin bize ne kadar yeteceğine kim karar verebilir?
Küçüklüğümüzden itibaren büyüklerimiz bize hep elimizdekilerle yetinmemizi öğütledi.
Daha fazlasını isteyince azarların ardı arkası kesilmezdi.
Açgözlü, maymun iştahlı sıfatlarını yapıştırırlardı üstümüze.
Şimdilerde bakıyorum da hiç doğru bir şey yapmamışlar.
Keşke yetinmeyi bilmeseydik…
İsteyebilseydik rahat rahat.
Yoksa böyle şükürcü bir millet olmazdık.
Şunum olsun ama senin “bunun” var.
Şunum da olsun, onu istersen “bununu” da kaybedersin.
Şükret, ya “bunun” olmasaydı?
Elindekinden iyisini görüp imrenmek de yasak!
Kötüsüne bakıp haline şükür edeceksin.
Züğürt avuntusu işte…
İstemeyi bilmediğimiz için fazlası olamadık.
Daha fazla bilgi istemedik, araştırmadık.
Bize verilenleri kabul ettik, onlarla yetindik.
Araştırmayınca doğruya ulaşamadık haliyle.
Velhasıl yanlışlar silsilesi sardı etrafımızı…
Bilgiyi araştırma alışkanlığı kazandırılamayan koca bir nesil böyle önüne konulan hazır bilgilerle büyütüldü.
Daha doğrusu avutuldu…
Oysaki açgözlü olmalıydık.
Bilimde, fende, sanatta, edebiyatta…
Her faydalı şeyin daha fazlası…
“Mutlu olmak için elimizdekilerle yetinmeliyiz.” sözüne de katılmıyorum.
Mutluluk görecelidir.
Ve insanoğlu daha fazlasını isteme dürtüsüyle var olmuş bir canlıdır.
Elindekilerle yetinip mutlu olmak durağanlıktır.
Çünkü hayat sürekli bir dönüşüm, devinim halindedir.
Yetinmek niye?
Aklını kullanan kim yetinmiş ki?
Çağ değişiyor, hayat akıyor.
Aramak…
Aramak ve bulmak…
Bulduğunda durmamak.
Hayatın akışı içinde daha fazlasını istemeli ve istemekle kalmamalı elde etmek için çabalamalıyız.
Yetinmemeli daha fazlasını istemeliyiz.
Hırstan, kötülükten beslenen bir doyumsuzluktan söz etmiyorum.
Kastım; bilginin, iyiliğin, güzelliğin daha fazlası…
“Eldeki bir kuş daldaki on kuştan iyidir.” masalları ile bizim düşüncelerimizi, hayallerimizi, ufkumuzu sınırlandırdılar.
Fazlasına ulaşmamızı istemediler.
“Haddinizi bilin!” dediler.
Hayır!
Haddimizi bilmeyelim.
Aşalım o sınırları, genişletelim ufkumuzu.
Hayattan daha fazlasını istemeye hepimizin hakkı var.
Hepimizin mutlaka duyduğu bu söylem toplumumuzun öğretmenlik mesleğine bakış açısıydı bir zamanlar.
Herkesin gözünde kolay ulaşılabilir olan bir meslekti öğretmenlik.
Davulun sesi uzaktan hoş gelir misali bir de öğretmen olmak isteyenlere sorun. Şimdilerde nasıl?
Hala kolay ulaşabiliyorlar mı bu mesleğe?
Kolaylığını bırakın bulunmaz hint kumaşı haline getirdiler.
Kazanması zor kaybetmesi kolay…
Artık öğretmen olmamanız için düzenlenmiş bir sistemin içindeyiz.
Bakanın “devrim” diye nitelendiği Milli Eğitim Akademisi bu sistemin son ayağı. Öğretmen olmak isteyen dört yıl boyunca eğitim fakültesinde okuyacak, kpss sınavına girecek yeterli puanı alırsa öğretmen akademisine kabul edilecek.
Üniversite akademisyeninden öğrenmediklerini, başka akademisyenlerden öğrenecek ki burada yine birilerinin ekmeğine yağ sürelecek çünkü akademideki eğitimcilerin de yeterli olduğunu belirleyecek bir kıstas yok ortada.
Öğretmen, akademide başarılı olursa sözleşmeli olarak işe başlayacak, orada da üç yıl sözleşmeli kalıp kadroya geçecek.
“-ecek -acak…” lar ile devam edip gidiyor süreç.
Uzuyor da uzuyor…
Öğretmeni üniversiteden sonra yaklaşık dört yıl geriden başlatacak olan devrim…
Devlet memurluğu haklarından da yoksun geçen birkaç yıl…
Bu süreçte “Emeklerinin karşılığını vereceğiz.” diyor bakan sağ olsun.
Anlaşılan o ki ekonomik olarak da geriden gelecekler.
Yazık…
Yani her anlamda öğretmeni yoran,küçük düşüren, ayrıştıran bir uygulama.
Nedir bu öğretmenlerin çektiği!
Mesleği meslekte öğrenmek diye bir tabir vardır.
Yaşamadan, çocukları gözlemlemeden sınıfın tozunu yutmadan, öğrencilerin arasına karışmadan meslek akademide öğrenilmez…
Öğretmen için kesinlikle zaman kaybı olduğunu düşünüyorum.
4 yıl Eğitim Fakültelerinde anlamadıklarını düşündüğünüz eğitimleri 550 saatlik eğitime nasıl sığdıracaksınız?
Akademiler her il merkezinde de açılmayacak. Türkiye’nin dört bir yanından öğretmenleri birkaç şehre toplayıp yine mağdur edecekler. Bütün bunların yapılması gerekliliğini anlamış değilim.
Hep diyoruz sistem temelden çürük. Üniversiteler nitelikli eğitimci yetiştiremiyor mu da tekrar tekrar öğretmeni eğitme ihtiyacı duyuluyor?
Bırakın artık öğretmenlerin yakasını! Öğretmenlere hak ettiği maddi ve manevi değerin verilmediği bir ortamda, bozuk sistemin iyileştirilmesi için işe koşulan denekler gibi öğretmenleri heba ettiler!
Sistemdeki hataların kaynağı öğretmenler değil sitemin kendisidir.
Öğretmenler ile ilgili alınan kararlarda öğretmenin hiçbir söz hakkının olmadığı gibi bütün bozuk düzenin yükü öğretmenlere yükleniyor.
Gittikçe kötüye gidiyoruz.
Attığımız her son adım geriye götürüyor bizi. Mehter yürüyüşü gibi iki adım ileri bir adım geri…
Günümüzde artık kimse “Hiçbir şey olamazsan öğretmen ol.” dememeli, diyememeli…
O kadar kolay değil gördüğünüz gibi. Öğretmen olmak “doktor ve avukat olmak kadar” değerli olmalı toplumun gözünde.
Her şey olabilirsin ama öğretmen olamazsın artık…
Sosyal medyada bir sokak röportajı ile hayatımıza giren meşhur kavram. Röportaj verenin aslında bir akademisyen olduğunu sonradan öğrendik. Duygularımıza tercüman olan Dr. Zeliha Burtek’in hayatımıza soktuğu, bizi gerçeklerle tekrar yüzleştirdiği bu kavram ne demek?
Sosyal Çürüme: Toplum kültürünün değişmesi, toplumsal normların ve toplum değerlerinin yitirilmesidir. Şiddetin artması, adaletsizlik, hoşgörüsüzlük, toplumun ahlaki ve insani olarak çöküşüdür.
Şu an tam da içinde bulunduğumuz durumun en net özeti.
Balıkesir’de üniversite okurken kuryelik yapmak zorunda kalan Ata Emre Akman’ın 6 suçtan sabıkası olan biri tarafından öldürülmesi,
İzmir’de iki çocuk babası olan taksi şoförü Oğuz Erge’nin soğukta üşümemesi için aracına aldığı yolcu tarafından silahlı saldırıya uğraması sonucu hayatını kaybetmesi,
Yine hatırlarsınız İstanbul’a 1 aylık eğitim için gelen Mimar Başak Cengiz’in samuray kılıcı ile katledilmesi,
Trafikte yol vermedin kavgaları, yanımdan geçerken yan baktın tartışmaları
ve bunun gibi pek çok olay…
Bu ve buna benzer suç oranlarının artışı toplumda meydana gelen genel bir bozulmanın göstergesidir.
Ekonomideki sorunlar, eğitim sitemindeki istikrarsızlık, en alt kurumdan başlayarak en üste kadar sirayet etmiş liyakatsizlik sosyal çürümeye ivme kazandırmakta.
Bu çürüme bireylerin toplum içinde kendini güvende hissetmemesine,
bireysel huzursuzluğa, toplumdan uzaklaşmaya, empatiden yoksunluğa, haksızlığa, yolsuzluğa, duyarsızlığa neden olmakta.
Peki “Çürüme” denen bu kavramın “Yok Olma” boyutuna gelmemesi için ne yapmalıyız?
Çürümeyi durdurmalıyız en başta.
Toplumun temeli olan “aile” ile işe başlamalıyız.
Çevresine duyarlı, empati yeteneğinin geliştiği, sevmeyi ve sevilmeyi bilen bireyler yetiştirmeliyiz.
Ekonomik sorunların, kültürel değişimlerin olumsuz etkilerini en aza indirmeli, kendisiyle ve toplumla barışık, bizim gibi olmayana da tahammül gösterebildiğimiz, hoşgörülü, üretken bir toplum altyapısı oluşturmalıyız.
Sosyal çürümenin etkisinin azaltılması için herkes elini taşın altına koymalı, toplumsal değerlerimizi yeniden hatırlamalı ve hatırlatmalıyız.