20 Kasım 2024 Çarşamba
Kim ne derse desin, emek harcanmadan kazanılmak istenen her türlü maddi kazanç kumardır; çünkü kumarın temel mantığında kazanma ve kaybetme heyecanı vardır.
Kazanmak ve kaybetmek…
Geçenler, kalanlar…
Bu temelde borsa oynamak da bir kumar oyunudur.
Efendim, işletmeden hisse senedi satın aldım.
Ülke ekonomisine maddi katkı sundum.
Çorbada tuzum olsun istedim.
Geçin bunları…
Ülkede kaç kişinin ocağına borsa yüzünden incir ağacı dikildi!
Kaç kişinin ocağı söndü!
Kaç kişi intihar etti!
Yazıktır, günahtır.
Bir de ünlülerin oynadığı kumar oyunları var.
Onları hiç sormayın.
Zaman zaman medyaya haber olur, “Ünlüler kumar oynarken suçüstü yakalandı.” diye.
Tabii bunlar; duyulan, bilinen, deşifre olanları…
Bilinmeyen, duyulmayan, deşifre olmayan o kadar çok kumar vakası vardır ki sayısı belirsizdir.
Neden insanlar şans oyunlarına meylederler?
Bu şans oyunlarında, kaybedenlerin değil, kazananların reklamı yapılır da ondan.
Sanki şans oyunları hep kazandırır, adama köşeyi döndürür.
Herkes parayı şans oyunlarından kazanır.
Köşeyi döner…
Müthiş bir algı operasyonu!
Bitcoin çılgınlığı tüm dünyayı sallamıştı.
Sanki beleş para dağıtılıyordu.
Alan kazanıyordu.
Kazan kazan…
Sonra…
Sonrası malum…
Bir sürü Bitcoin mağduru…
Bir koy yüz kazan…
Bul karayı al parayı…
Çiftlik bank…
Saadet zinciri…
İnsanlar, kapitalist sistemi bilmemenin bedelini büyük paralar kaybederek ödüyor.
Hatta canıyla…
Nerede görülmüş vermeden almak!
Emek vermeden kazanmak büyük parası olanın işidir.
Para parayı çeker!
Bu işin sermayedarlar için bir mantığı vardır.
Oyun kurucudurlar…
Her şey onlar içindir.
Olan garibana olur.
Eski bir deyim vardır: “Kumarda her zaman kasa kazanır.” diye…
Kasa da kazansa kişiler kumardan vazgeçemiyorlar.
Kumar, hazların en yüksek olanıymış.
Ne pahasına olursa olsun kişiler bu hazzı almak isterler.
Bedeli ağır oluyor.
Şans temelli tüm oyunlar kumardır.
Kumarı meşrulaştırmaya çalışmayın, masumca bir oyunmuş ya da yatırım aracıymış gibi topluma sunmayın.
Adını farklılaştırıp, insanları teşvik etmeyin.
Kaybedenleri değil de kazananları afişe ederek, talebi arttırmayın.
Şans oyunlarında kazanan olmaz.
Aklınızı başınıza alınız.
Yazıktır, günahtır.
Boşuna değilmiş sermaye sahiplerinin yatırım yapmak için güvenli bölgeler, ülkeler, kıtalar araması.
Son zamanlarda ülkemize ne yabancı yatırımcı geliyor ne de yatırım yapmak için teklif…
Ekonomide en önemli şey güven…
Güven olmayınca yatırım olmuyor.
İster ekonomik ister sosyal ister siyasal süreçlerin hayat bulması için güven ortamın var olması şart.
Arsa, ev, araba alacağımızda bile dünyanın araştırmasını yapıyoruz.
Kırk kez düşünüyor, kırk yere soruyoruz.
Aldığımız arsa ilerde değerlenecek mi?
Aldığımız evin bulunduğu mahalle, semt, bölge kısa sürede büyüyecek mı?
Aldığımız araba prim yapacak mı?
Vesaire…
Büyük sermaye grupları trilyonluk yatırımlar için tabii ki de bin kez, milyon kez düşünecek, hesap kitap yapacak…
Sermaye sahipleri rastgele yatırım yapmazlar.
Düşünün, trilyonluk bir yatırım, yerle yeksan olmuş.
Bırakın kar etmeyi, sermaye gitmiş.
Güvenli bölgeler, ülkeler varken kim gider de riskli bölgelere yatırım yapar.
Mesela Suriye, İran ya da Irak…
Mısır, Libya, Lübnan, Tunus…
Afrika ülkeleri…
İstikrar yok, ilerisi de karanlık…
Yarınları meçhul…
Yatırımlar güvenli bölgelere, ülkelere, kıtalara…
Amerika, Avrupa, uzak doğu…
Gelecek vadeden ülkeler…
Ne kadar güven o kadar yatırım…
Ve kalkınma, büyüme, gelişim…
Normalleşmek ne kadar değerli…
Normalleşmek, hayat bulmak; su, toprak, ekmek, refah…
Ete, kemiğe bürünmek…
Var olduğunu hissetmek…
Yaşamak…
Güvende…
Korkusuzca…
Özgürce!
Normal değiliz anlayacağınız.
Bir farkımız yok anormal ülkelerden…
Her gün yeni bir olayla sarsılıyor ülkemiz.
Toplumsal, siyasal olaylar birbirini kovalıyor.
Bir siyasal parti liderinin grup toplantısında yaptığı konuşma ülkede infial yaratıyor.
Tüm ülke ayağa kalkıyor.
Tepkileri azaltmak için sosyal medyaya bant daraltması yapılıyor.
Ülke siyasal gündemle cebelleşirken, “Ne oluyoruz?” derken TUSAŞ’a terör saldırısı düzenleniyor.
Ülke siyasal gündemden, terör gündemine savruluyor.
Kim yaptı, niye yaptı?
Bu da neyin nesi…
Durup dururken…
Ülkede anormal şeyler olmakta…
İyi de bu anormal durumlar, kötü sonuçlar doğuruyor; her şey kötüye gidiyor.
Siyasal, ekonomik, toplumsal gidişat toptan dibe vuruyor.
Ülke ekonomik, siyasal, toplumsal krize giriyor.
Bu kaçıncı kriz?
Normalleşmek çok kıymetli…
Hem de bir an önce…
Bize hep şunu dediler: Edebiyat ile tarih arasındaki bağ sadece dilden ibarettir.
Tarihin metin olarak yazılımı…
Bu kadar!
Bize göre tarih, savaşlar demekti.
Tarihi kahramanlar yazardı.
Kazananların tarihi…
Kaybedenler ya da savaşanlar…
Halk…
Bakın tarih kitaplarına hep savaşlardan söz edilir.
Sanki tarih savaştır.
Yenenler ve yenilenler…
Krallar, padişahlar, hanlar, hakanlar…
İyi de tarih, kazananların, kaybedenlerin tarihi değil ki.
Tarih, tüm yaşanmışlıklar demektir.
Halk demektir.
Tarih; toplumların, ekonomik, psikolojik, sosyolojik, siyasi, kültürel, ahlaki yaşanmışlıklarıdır; insanlık tarihinin serüvenidir.
Tarih, kesinlikle bir savaştan ibaret değildir. Tarihi bir savaşa indirgemek, insanlık tarihine yapılmış en büyük haksızlıktır.
O nedenle tarih, tarih kitaplarından öğrenilemez.
Öğrenilmemiştir de…
Tarih, edebi eserlerden öğrenilir!
Bir İngiliz’i, bir Fransız’ı, bir İranlıyı, bir İsrailliyi öğrenebileceğin tek yer edebi eserlerdir.
Son zamanlarda okuduğum kitaplardan öğrendiğim tek gerçek şu ki; aslında gerçek tarih romanlarda, öykülerde gizli.
Bugün geçmişi merak ediyoruz.
Geçmişten, gelecek çıkarımları yapıyoruz.
“Geçmişini bilmeyen, geleceğini sağlıklı kuramaz.” diyoruz.
1071 yılı size neyi ifade ediyor?
Türklerin, Bizanslılarla savaşını yani Malazgirt Savaşını…
Malazgirt Savaşı, Türklerin Anadolu’ya girişi, demektir.
Kazanan Selçuklulardır!
O kadar…
1071 yılında Anadolu’da yaşam nasıldı?
Ekonomisi, geliri, gideri; insan ilişkileri, toplumsal yaşamı…
Bilgi yok!
Ne var?
Anadolu’ya Türklerin girişi; Anadolu’yu Türklerin yurt edinişi var.
Emile Zola’nın “Germinal” romanından 1800’lü yıllardaki Fransa halkının tüm yaşam öyküsünü öğrenmek…
Hem de tüm çıplaklığı ile…
“Germinal” bir roman değil bir tarih…
Kazanan, kaybeden; ölen, kalan yok.
Halk var!
Toplum var!
Ülke var!
Tolstoy’un “Diriliş” romanı, Rusların fotoğrafını çekmekte, o dönemin Rusya’sını tüm ayrıntısı ile bize anlatmakta…
Charles Dickens, “İki Şehrin Hikâyesi” ile Fransa ile ve İngiltere’nin karşılaştırmasını yaparak; iki ülkenin toplumsal, siyasal, sosyolojik yapısını gözler önüne serer.
Kıyas yapar.
“Bin Muhteşem Güneş” kitabının yazarı Khaled Hosseini bize Afganistan’ı öğretir.
ABD’yi, Jack London’unun romanlarından öğreniriz.
Her roman, öykü bir tarihtir.
Tarih, edebiyattan öğrenilir.
Edebiyat, aynı zamanda tarih demektir.
Ülkede her zaman anormal şeyler oluyor, olmaya da devam ediyor. Değişen bir şey yok!
Tek fark ülkede anormal olan şeyler artık, örtbas edilemiyor. Anormal şeyler sosyal medyaya düşüyor, sosyal medya baskısı ile medyaya haber oluyor.
Son zamanlarda sosyal medya etkili bir sivil toplum kuruluşu görevi görüyor.
Ülkede sürekli bir kadın cinayeti ya da çocuk cinayeti…
Kadın, çocuk tacizi, istismarı, tecavüzü…
Toplumsal cinnet geçirme meselesini, yol vermedin, bana yan baktın kavgalarını, mafya hesaplaşmalarını, aşiret çatışmalarını, aile içi şiddeti, her gün yaşanan haksızlığı, hukuksuzluğu, adaletsizliği hiç mevzubahis etmiyorum.
Televizyonu açtığın an başlıyor anormal haberler…
Haberlere baktıkça ruhun daralıyor, için sızlıyor, vicdanın acıyor.
“Yeter artık!” diyerek isyan etmek istiyorsun.
Kadın, kadın, kadın…
Çocuk, çocuk, çocuk…
Bebek, bebek, bebek…
Kadınların, çocukların, bebeklerin çektiği nedir?
Ölümler, öldürmeler, cinayetler…
Beşikte başlıyor, her türlü kötülük…
Kadınlar!
Yok mu bu ülkede güzel bir şey?
Duymayacak mıyız?
Ülkemiz eğitimde dünya lideri…
Ülkemiz teknolojide Avrupa’yı geçti.
Ülkemiz bilimde çok yol kat etti.
Ülkemizde sanat, edebiyat, müzik şaha kalktı.
Olimpiyatlarda en çok altın madalyayı biz kazandık.
İnsan hakları, kadın hakları konusunda dünyaya ders verdik.
Nerede?
Aklınıza gelebilecek tüm olumsuz haberler bizde…
İşin kötüsü böyle haberlere de alıştık.
Ülkede kazara iyi bir şey olsa şaşırıyoruz, “Bu haberde bir yanlışlık var.” diyoruz.
Narin, Narin, Narin…
Küçük kız, ana kuzusu, dünyalar tatlısı…
Bu kaçıncı?
Nasıl bir vicdan…
Nasıl bir ahlak…
Nasıl bir inanç…
Topyekûn bir kötülük…
Ah güzel ülkem bu kötülüğün nasıl bir izahı olabilir?
Ülke olarak tüm inanç ve ahlak değerlerimizin yok olduğu bir dönemi yaşıyoruz.
Diplerdeyiz…
Çocuklar yaşasınlar!
Nazım Hikmet:
“Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
dünyayı çocuklara verelim
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler.” demiş.
Çocuklara dünyayı vermeyi bırakın, çocuklara dünyayı zindan ediyoruz.
“Çocuk!” diyoruz çocuk…
Çocuklarımızı koruyamıyoruz, güvenli bir ortamda yaşatamıyoruz.
Her gün bir yerlerde çocuklar ya istismara uğruyor ya da katlediliyor.
Narin, halk tarafından sahiplenilip medyaya taşınmasaydı, bu kadar konuşulmayacak, meselenin üzerine bu kadar gidilmeyecek, suçlular ortaya çıkartılıp, tutuklanıp cezaevlerine tıkılmayacaktı.
Haftalardır Narin konuşuluyor ülkede.
Narin cinayeti derinlemesine irdeleniyor.
Ülke Narin’i konuşuyor.
Narinler ölmesin!
Umarım bu son olur.
Narin’in tabutunun üzerine gelinlik konulması ne acı değil mi?
O yaşta bir çocuğa okul önlüğü yakışırdı.
Zihniyet!
Çocukların sağlıklı ve güvenli ortamlarda büyüyememesinin nedeni ortada…
Bu zihniyet değişmedikçe sanırım Narin son olmayacak!
Yedi coğrafi bölgemizden biridir Karadeniz. Bir uçtan bir ucadır. Ülkenin doğu sınırından, batı sınırına kadar…
Bir tarafta deniz, bir tarafta sıradağlar…
Görkemlidir dağlar.
Dik yamaçlar…
Karadeniz; ormanları, akarsuları, insanıyla bir başka…
Görmek, içinde yaşamak bambaşka…
Okul sıralarında, Karadeniz’i ders olarak işledik.
Çay, fındık, ceviz, dedik.
En önemlisi de orman!
Ormanın bin türlü ürünü…
Biraz geç oldu ama Karadeniz’e gittim, gördüm; temiz havasını soludum, buz gibi suyundan içtim.
Yaylasına çıktım, gölünü seyrettim, kıvrım kıvrım yollarından Karadeniz’e baktım.
Hayran kaldım her şeyine.
Neye çok sevindim biliyor musunuz?
Bilin isterim.
Karadeniz halkı ormanına, doğasına sahip çıkmış; korumuş doğa güzelliklerini.
Neye çok üzüldüm biliyor musunuz?
Bilmenizi isterim.
Ülkenin doğusundan batısına kadar uzanan ormanlarımıza karşın ülkemizde kâğıt fabrikası yok.
Kâğıdı ithal ediyoruz.
Çay, fındık ve orman…
Karadeniz’le özdeş…
Birde horon…
Güleç yüzlü insanlar…
Ve Batum!
16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması ile TBMM Hükümeti, Batum’un Gürcistan’a ait olduğunu, bazı şartlar altında kabul etmiş ve daha sonra yapılan Kars Antlaşması ile bu durum teyit edilmiştir.
Batum da!
Gökdelenler inşa edilmiş; Batum, Avrupa standartlarında bir kent statüsüne getirilmiş.
Tarihi eserleri, şehrin planı, plaj…
Büyülüyor insanı!
Neden Batum gibi bir şehir Akdeniz’de yok diyesi geliyor insanın.
Doğa, deniz, güneş, plaj bizde…
Yokluk, sefalet yine bizde…
Ah güzel ülkem…
Ah güzel ülkem…
İnsan gerçekten üzülüyor.
Bir Batum’u Antalya’da, Muğla’da, İzmir’de, Mersin’de hatta Hatay’da var edememek ne acı.
Neyse Karadeniz’in dağları, doğası, akar suları altın değerinde.
Karadeniz’i korumak, doğasına, ormanına sahip çıkmak elzem.
Aklıma ne geldi biliyor musunuz?
Her ihtimale karşı bir şeyler yedeklenir ya!
Karadeniz, kötü günlerde bizi doyuracak bir bölge.
Su deposu…
Oksijen deposu…
Ağaç deposu…
Küresel ısınma denilen tehlike kapıya geldi dayandı.
Nasıl Rusya’da daha kuzeyler yaşam alanı oldu ise Karadeniz de bizim için bir yaşam olanı olacak ileride.
Güney, kuzeye akın edecek.
Trabzon’da Atatürk Köşkü!
Görülmeye değer…
Sümela Manastırı tarihten bir kesit.
Uzungöl, cennetten bir köşe…
Tepeden bakınca bir şaheser.
Samsun, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşını başlatma yeri.
Bandırma Vapuru!
Duyuların doruk noktası…
Karadeniz bir bölgeyi gezme değil, Türkiye tarihinin yazılış hikayesini öğrenme yeri.
Sinop’ta bir Sebahattin Ali!
Amasya, şehzadeler şehri!
Çorum, Karadeniz’in bitiş yeri!