DOLAR 39,9111 0.1%
EURO 47,0490 0.33%
ALTIN 4.273,840,35
BITCOIN 43025370.10369%
Trabzon
19°

HAFİF YAĞMUR

SABAHA KALAN SÜRE

YILDIRIM GÜNDOĞDU

YILDIRIM GÜNDOĞDU

18 Haziran 2025 Çarşamba

SAVAŞA KARŞI BARIŞ

SAVAŞA KARŞI BARIŞ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Savaşa karşı barış diyeceğiz, başka da bir yolu, yöntemi yok!

Savaşa karşı savaş mı diyeceğiz?

“İyi de hep kötüler kazanıyor, buna ne diyeceksiniz?” serzenişleri duyar gibiyim.

En büyük sorunda burada!

“Savaşa karşı barış” diyoruz ama insanlık kendini hep savaşa göre konumlandırmış.

Barış diyenlerin sayısı inanın çok az hatta yeryüzünde bir avuç kadar diyebiliriz.

Güçlü bir barış çağrısı inanın her zaman karşılık bulur.

Neyse mesele çok derin ve çok eski bir hesaplaşma…

Esad döneminde Suriye iç savaşı ile başladı bu süreç…

Başarılı da olunamadı.

Rusya ve İran’ın verdiği destekle Esad Rejimi ayakta kaldı.

Rusya’nın, Ukrayna ile savaşa girmesi Ortadoğu’da dengeleri değiştirdi.

Bunu fırsat bilen İsrail, Suriye’de rejimi değiştirdi.

Ortadoğu’nun hakimi benim dedi.

Artık yeni hamleler yapabilirdi.

İran uzun süredir beklendik bir hedefti.

Hatırlarsanız, İran’a, İsrail saldırı gerçekleştirmiş, İran cumhurbaşkanını, Hamas liderini nokta atışı ile vurmuştu.

İran, ciddi bir tepki de verememişti.

Lübnan’a yapılan saldırılar, İran’ın tepki vermemesi ve beraberindeki diğer gelişmeler İsrail’in gücünü belirlemede etkili oldu.

Kısacası, görünen köy kılavuz istemedi.

Ortadoğu’nun tek hâkiminin İsrail olduğu aleni şekilde ortaya çıktı.

İran, Ortadoğu’da bir güçtü, kısa sürede yok edilmeliydi.

İran, güçsüzdü.

Tüm tespitler bu yöndeydi.

Hiç vakit kaybedilmeden saldırılmalıydı.

Ve İran’a bombalar yağdı.

Savaş başladı.

İşin bölgeler, ülkeler arası gelişmeleri böyle…

Bir de işin insani kısmı var.

Savaşlarda insanlar ölüyor hem de suçsuz ve günahsız yere…

Evlerini yurtlarını kaybediyor.

İnsanlık her ölümde daha fazla ölüyor.

Gözlemlediğim ve hissettiğim şu ki: Son yıllarda toplumların ahlaksal çöküşü ile birlikte savaşların da arttığıdır.

İnsanlık, toplumsal meselelere ne kadar duyarlı davranıyorsa savaşlar da o oranda az oluyor.

İçten içe savaş olsun diyor, düşmanlaştırdığımız ülkelerin yenilmesini istiyoruz.

Yukarı da bahsettiğim gibi barışçıl söylemler söylüyor, savaşçıl davranışlar sergiliyoruz.

Barışa sahip çıkmakta yetersiz kalıyoruz.

Savaşa karşı olmak, sosyal medyada savaş karşıtı paylaşım yapmak değildir.

Suçsuz insanların öldürülmesini yüreğinde hissederek, canı pahasına mücadele etmek barışı savunmaktır.

Emperyalistler dışında…

Savaşın kazananı olmaz, olmamıştır da…

Savaşlar yıkım getirir…

Nerede olursak olalım, gücümüz ne olursa olsun hiç fark etmez; savaşa karşı olmak insanlık görevidir.

Atatürk’ün şu sözü savaşı net bir şekilde tanımlar: “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir.”

“Savaş bir cinayettir.”

İnsanlık savaşlara sessiz kaldıkça bu cinayetler artacaktır.

Savaşa karşı barış!

Her daim…

Devamını Oku

İLETİŞİM

İLETİŞİM
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Diğer ülkeleri bilemem ama ülkemizin en büyük sorunlarından birisi de iletişim sorunudur.

Bu sorun ciddi boyutlara ulaşmış durumdadır.

Kimse kimseyi dinlemiyor, dinlemek de istemiyor.

Kapalı bir toplum durumu söz konusu…

Bir seminere katıldım.

Katıldığım seminer herkesin konuşmasına, fikir beyan etmesine müsaitti…

Konu da güncel olunca konuşmak isteyen birkaç kişi çıktı, söz hakkı verildi.

Gayet makul, sorunları dile getirici cinsten bir konuşma oldu.

Sistemsel eleştiri…

Durum tespit edici…

Konuşanların konuşmaları, diğer seminer katılımcılarını o kadar rahatsız etti ki, söz isteyip fikir beyan edenleri, fikir beyan ettiklerine pişman ettiler.

İşin garip yanı; seminere katılanların yüzde doksan dokuzu aynı düşünen insanlardan oluşmaktaydı.

Aynı fikir, aynı düşünce yapısı da olsa küçük bir farklılık bir kavga tahammülsüzlüğünü beraberinde getirebiliyor.

Bu arada şunu da belirtmekte yarar var: Seminere katılanların tamamı üniversite mezunu, birçoğu da ikinci, üçüncü üniversiteyi bitirmiş, yüksek lisans yapmış kişilerden oluşmaktaydı.

Kimsenin kimseye tahammüllü yok!

Kimse kimseyi dinlemek istemiyor!

Bu kadar net!

Eskiler hatırlarlar; TRT ekranlarında o dönemin siyasetçileri yuvarlak masa etrafında oturur ülkenin sorunlarını, çözüm yolları ile ilgili düşüncelerini anlatır, tatlı bir havada güzel bir program yaparlardı.

Kırıcı, incitici davranış sergilemezlerdi.

Kaba davranmazlardı.

Saygıda, nezakette asla kusur etmezlerdi.

Devlet protokolü ne ise onu uygularlardı.

Sokaktaki insanlar da iletişime açıktılar.

Konuşur, tartışırlardı.

Dinlerlerdi birbirlerini.

Aradan geçen on yıllar bizi daha mı gerilere sürükledi.

Sürüklediği kesin…

Tahammülümüz kalmadı.

Dinlemek, duymak istemiyoruz.

İyi de hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşırlar.

Konuşmak, dinlenmek zorundayız.

Anlaşmak zorunda değiliz.

Aynı fikirde olmak hiç değiliz.

Bu insanın doğasına aykırıdır.

Farkımız, farklılığımızdan gelir.

Herkes kendi dünyasında yaşayıp gidiyor. Kimseyi duymak, görmek istemiyor.

Hiç konuşmayan bir toplum…

Konuşunca da birbirini kıran, inciten, fiziksel olarak birbirine zarar veren bir toplum oluyoruz.

Neden yan baktınlar…

Kadın cinayetleri…

Eş kavgaları…

Yol vermedin hesaplaşmaları…

Ötekileştirmeler…

Din, dil, ırk ayrımları ve şiddet eğilimleri…

Ve içinde yaşanılmaz bir toplum…

İletişim!

Kimin kimden ne farkı var, aynı topraklarda doğmuş, büyümüş; aynı kültürle yoğrulmuş insanlarız. Yok birbirimizden farkımız.

İnsanız, insan!

İletişim kuracak; birbirimize saygı duyacağız.

Devamını Oku

RUS EDEBİYATI

RUS EDEBİYATI
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ne diyeyim edebiyatın tarihini sanki Ruslar yazmış gibi; neyi okur, neyi beğenirsem altından Rus yazarlar çıkıyor.

Takdir etmemek elde değil.

Helal olsun adamlara…

Nasıl bir anlatıdır, nasıl bir olay görgüsüdür, nasıl bir mesaj vermedir; yok böyle bir şey…

Rus yazarlar; eserlerinde, işin sosyolojisini, felsefesini, psikolojisini, matematiğini çok iyi oturtmuşlar; toplumsal temelde her şeyi çok iyi analiz etmişler, olayları çok iyi anlatmışlar.

Çok profesyoneller…

Tolstoy’un “Diriliş” eseri…

O tarihlerde işçi sınıfı, bürokrasi, burjuva, toprak ağaları, derebeyler, köylüler…

Toplumu oluşturan sınıfların karakteristik özellikleri…

Kişilerin bulundukları yere göre gösterdiği tepkiler…

Davranışlar…

Verilmek istenen mesajlar ve ana fikir…

Hayatın gerçekliği…

Olması gereken son…

Anna Karenina’da evli bir kadının yaşadığı aşk…

Aşkın gözleri kör etmesi…

Ödenen bedeller…

Kahramanlar…

Ve acı son…

Dostoyevski’nin, Tostoy’dan kalır yanı olmadığını Suç ve Ceza’yı yazarak göstermiş olması; iki yazarın da sevenlerini karşı karşıya getirmesi boşa değilmiş.

Bir kalite var ve bu kalite standartların çok üstünde…

Nikolay Vasilviç Gogol,un “Ölü Canlar” kitabının konusu bile sıra dışı…

Yazarın nasıl aklına geliyor böyle bir konu?

Düşününce insan şaşıyor.

Maksim Gorki’nin “Ana” romanı çağına göre çok üst düzeydedir.

İşlenen konunun, 1900’lü Rusya’sında yaşanıyor olması, Rusya’nın sınıfsal bilinç noktasında ne kadar önde olduğunu gözler önüne sermektedir.

Feda ruhu, kahramanlık…

Mücadele…

Ana…

Suç ve Ceza!

İki kadını öldüren yoksul bir hukuk öğrencisinin işlediği cinayetten pişmanlık duyması ve suçunu itiraf etmesi…

İç dünyasında yaşadıkları…

Polisin cinayeti aydınlatma çabası…

Polis ve kahraman…

Suçun itirafı…

Ceza…

Suçun ve cezanın sorgulanması, bunun bir olay üzerinde anlatılması; toplumda yaşanabilecek olaylardan birisini konu edinmiş olması…

Verilmek istenen mesaj, bir örümceğin ağını en ince ayrıntısına kadar örmesi ve okuyucuya yaşamsal ve hukuk temelinde dersler verilmesi…

Her daim sınıfsal temelli bakış açısını temellendirerek, dersler çıkartılması…

Kurguda hata yok.

Mesajlar çok güzel…

Vicdan…

Suçun birçok niteliği olduğu bir gerçek, bunu kabul etmek gerek…

Neyin suç neyin suç olmadığı; vicdan denen olgunun her daim devrede olması…

Suçlunun, olay mahaline mutlaka uğrayacağı gerçeğinden, suçlunun bulunması tarihi bir ders niteliğinde…

Kişinin ve toplumun değer yargıları, suçu aynı zamanda cezayı belirlemekte…

Her suçun bir cezası vardır.

Yasalar, kanunlar…

Rus edebiyatında daha bir sürü kaliteli yazar ve eserleri mevcut. Her birisi okunmaya, üzerinde konuşulmaya değer.

İyi ki Rus yazarlar, bizler için okunabilecek bu eserleri bırakmışlar.

Darısı Türk yazarlara…

Devamını Oku

İNSANOĞLU

İNSANOĞLU
0

BEĞENDİM

ABONE OL

“İnsanoğlu garip bir yaratık” der birçoğu, öyle olduğunu var sayar.

Kendilerince haklı da sayılırlar. Kim yaşanan şeylere farklı bir anlam yüklemez ki!

Gündelik yaptığımız hareketler bile bilinmeze yorulur.

İnsanların konuştuğuna bakarsanız bilinen bir şey yoktur.

Her şey bilinmezdir.

Bilinmez adeta kutsanır.

“Nasıl ya!” dersiniz.

İnanın yaşamda var olan her şey için bir bilinmez vardır.

Toplumun yaşam felsefesi bu bilinmezlik üzerine kurulmuştur.

 

En basit düşünen, ilişkilerini çıkar üzerine kuran, meseleye faydacı bakan canlıdır insanoğlu.

Bilinmeyecek, teşhis konulamayacak, garipsenecek hiçbir yanı yoktur.

Basit, bayağı…

Sıradan…

Kimse boşuna kendisini yormasın.

Öyle saçma sapan bir gizem yaratmasın.

Bedensel, ruhsal bir hastalık varsa doktorlar teşhisi koyar, tedavi eder geçer gider.

Toplum işte ne diyeceksin…

Tutturulmuş bir yol gidiyor.

Bir varmış, bir yokmuş misali…

Bugün varız yarın yokuz.

Bunu konuşalım, bunu dert edinelim.

Dert edinelim ki güzel ve kaliteli bir yaşam sürelim.

İnsan öldüğünde en yakınının unutma süresi on sekiz aymış.

Yani on sekiz ay sonra acısı dinermiş.

Çok sevdiklerinin, “Onlar olmadan asla olmaz” dediklerinin on sekiz ay sonra unutacak olması…

Düşününce içim acıdı bir an…

İyi bir iş, geniş bir ev, bir araba, emeklilik hayalleri, “Hele şu da olsun rahatlayacağım.” derken bir bakmışsın hayatın sonuna gelmişsin.

Lakin bizim yaradılış sebebimiz araba, ev, bağ, bahçe değil ki…

Hiçbir değer üretmeden, iz bırakmadan yaşanan bir hayat seksen yıl değil de sekiz yüz yıl olsa ne yazar!

On sekiz ay da unutulduktan sonra…

Yazık oluyor bize.

Çok ucuza gidiyoruz.

İnsanın yetiştirdiği öğrencileri olmalı, öğretmen olmasa bile…

Yazdığı ya da yazmaya niyetlendiği bir kitabı olmalı…

Şiir yazmalı ya da şiir okumalı…

Doğa ile iç içe yaşamlı, hayvanları sevmeli…

Tanımadığı, adını bile bilmediği insanlarda iz bırakmalı…

Birileri çevirmeli yolunu, “Siz beni tanımazsınız ama ben sizi tanıyorum, siz benim hayatımı değiştirdiniz” demeli yıllar sonra…

İnsanlara selam vermekten korkmak şöyle dursun, tanımadığı onlarca insanın yüreğine dokunmalı, sohbet etmeli, dertleşmeli, arkadaş olmalı…

İnsanların hayatına dokumalı…

İkinci bir kere dünyaya gelmeyi istememeli…

Başka bir yaşamın özlemini çekmemeli…

Dünya nimetlerini başka yerlerde aramamalı…

Velhasıl kelâm, eşyaya ve kula kul olmak değil, iyi ve verimli bir insan olmak önemli …

Ah bu çok fazla dünya telaşesine dalmışlığımız yok mu?

İyi ve güzel yüreği olan herkese selam olsun…

Sanırım ne demek istediğim anlaşıldı.

Bir ot gibi değil bir insan gibi yaşamalı şu güzelim dünyada.

Yaşamanın hakkını vermeli…

İnsanoğlu işte…

“Gereğini yerine getirdim! En güzel şekilde yaşadım!” diyenlere, selam olsun.

Selam olsun güzel insanlara…

İnsanoğluna…

İnsana…

Devamını Oku

“DAĞIN ÖTE YÜZÜ”

“DAĞIN ÖTE YÜZÜ”
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ah şu yazarlar, ne güzel insanlar, bizlere hayatı ne güzel anlatırlar.

Gülmek, ağlamak, hüzünlenmek, dert edinmek, empati kurmak, ders çıkartmak hepsi onların sayesinde…

Ne kadar çok kitap o kadar bilinç, bilgi…

İyi ki yazarlar, kitaplar var, iyi ki de yazmışlar.

Dünya klasikleri başlı başına bir öğretidir, birçok şeyi o kitaplardan öğrendik.

Gezmeden, görmeden, duymadan oturduğumuz yerden dünyayı tanımak…

LevTostoy, Gorki, Fyodor Dostoyevski, Victor Hugo, Honoré de Balzac, William Shakespeare, Johann Wolfgang Von Goethe, Charles Dickens, NikolayVasilyeviç Gogol, Stendhal…

Adını sayamadıklarım, ne büyük insanlarsınız.

Her birinizin önünde saygıyla eğiliyorum.

İnsanlığa ışık oldular.

Dünya klasikleri olur da Türk klasikleri olmaz mı?

Namık Kemal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nazım Hikmet Ran, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Halide Edip Adıvar, Aziz Nesin, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Bekir Yıldız, Oğuz Atay ve adını yazamadığım yazarlar da ülkemizi anlattılar.

Her bir yazar ayrı bir dünya…

Yaşama açılan ayrı bir kapı…

Çukurova’yı Yaşar Kemal’den okumalıdır.

İnce Memed, gerçek anlamda bir başyapıttır.

İsterim ki Yaşar Kemal’in kitaplarını tekrar tekrar okuyayım.

Çukurova’yı içimde hissedeyim.

“Dağın Öte Yüzü” kitabını uzun bir aradan sonra tekrar okumak istedim.

Kitap, Toros dağlarının bir yüzünde yaşayan köylülerin, Çukurova’ya iniş süresince karşılaştığı güçlükleri anlatan, insanın doğayla mücadelesini ele alan bir kitaptır.

Ali ve onun yaşlı annesinin, köyden pamuk toplayacakları yere giderlerken başlarından geçen olaylar anlatılır.

Başka hayalleri olan, daha fazlasını isteyen Ali için bile artık sadece zamanında varabilmek önemlidir. Yoksa aç kalacaklardır.

Uzun Ali: Hırsız İbrahim’in oğlu Ali, iyi niyetli biridir. Annesini atla Çukurova’ya götürmek ister ve yolda yaşlı Koca Halil’i ata bindirir. Köydeki en cesur adam olarak bilinir. Muhtara tüm gerçekleri anlatabilen kişidir.

Meryemce: Uzun Ali’nin annesidir.

Elif: Uzun Ali’nin karısıdır. Kocasını seven ve kayınvalidesi Meryemce’ye saygı duyan iyi kalpli bir kadındır.

Koca Halil: 80 yaşında bir adam. Koca Halil, köyde pamuk toplama zamanının geldiğini bildiren kişidir. Ağzı bozuk küfürler saçan bir karakterdir.

Meryemce’nin yolda çektiği çile insanın iliklerine kadar işliyor, insan ölüp ölüp diriliyor.

Öyle bir an geliyor ki, artık bitsin bu çile, diyorsun.

Uzun Ali’nin yolda ne hale geldiğini ise anlatmaya kelimeler yetmez.

İsyan etmek, haykırmak bile yetersiz kalır.

Nasıl bir acıdır, nasıl bir dramdır.

Sanki roman kahramanları değil de siz o yolu yürüyorsunuz.

Romanın içindesiniz.

Hayran kaldım.

Bir olay anca bu kadar güzel ve etkileyici anlatılabilir.

Resmen olayı yaşıyorsun, olayın içindesin.

Bu büyük edebi başarıdır.

Yaşar Kemal, boşuna büyük bir yazar olarak anılmamış, Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmemiş.

Boşuna değilmiş, İnce Memed’i herkesin okuması.

Helal olsun!

Ne diyelim…

 

 

 

Devamını Oku
error: Content is protected !!