01 Mayıs 2025 Perşembe
Ne diyeyim edebiyatın tarihini sanki Ruslar yazmış gibi; neyi okur, neyi beğenirsem altından Rus yazarlar çıkıyor.
Takdir etmemek elde değil.
Helal olsun adamlara…
Nasıl bir anlatıdır, nasıl bir olay görgüsüdür, nasıl bir mesaj vermedir; yok böyle bir şey…
Rus yazarlar; eserlerinde, işin sosyolojisini, felsefesini, psikolojisini, matematiğini çok iyi oturtmuşlar; toplumsal temelde her şeyi çok iyi analiz etmişler, olayları çok iyi anlatmışlar.
Çok profesyoneller…
Tolstoy’un “Diriliş” eseri…
O tarihlerde işçi sınıfı, bürokrasi, burjuva, toprak ağaları, derebeyler, köylüler…
Toplumu oluşturan sınıfların karakteristik özellikleri…
Kişilerin bulundukları yere göre gösterdiği tepkiler…
Davranışlar…
Verilmek istenen mesajlar ve ana fikir…
Hayatın gerçekliği…
Olması gereken son…
Anna Karenina’da evli bir kadının yaşadığı aşk…
Aşkın gözleri kör etmesi…
Ödenen bedeller…
Kahramanlar…
Ve acı son…
Dostoyevski’nin, Tostoy’dan kalır yanı olmadığını Suç ve Ceza’yı yazarak göstermiş olması; iki yazarın da sevenlerini karşı karşıya getirmesi boşa değilmiş.
Bir kalite var ve bu kalite standartların çok üstünde…
Nikolay Vasilviç Gogol,un “Ölü Canlar” kitabının konusu bile sıra dışı…
Yazarın nasıl aklına geliyor böyle bir konu?
Düşününce insan şaşıyor.
Maksim Gorki’nin “Ana” romanı çağına göre çok üst düzeydedir.
İşlenen konunun, 1900’lü Rusya’sında yaşanıyor olması, Rusya’nın sınıfsal bilinç noktasında ne kadar önde olduğunu gözler önüne sermektedir.
Feda ruhu, kahramanlık…
Mücadele…
Ana…
Suç ve Ceza!
İki kadını öldüren yoksul bir hukuk öğrencisinin işlediği cinayetten pişmanlık duyması ve suçunu itiraf etmesi…
İç dünyasında yaşadıkları…
Polisin cinayeti aydınlatma çabası…
Polis ve kahraman…
Suçun itirafı…
Ceza…
Suçun ve cezanın sorgulanması, bunun bir olay üzerinde anlatılması; toplumda yaşanabilecek olaylardan birisini konu edinmiş olması…
Verilmek istenen mesaj, bir örümceğin ağını en ince ayrıntısına kadar örmesi ve okuyucuya yaşamsal ve hukuk temelinde dersler verilmesi…
Her daim sınıfsal temelli bakış açısını temellendirerek, dersler çıkartılması…
Kurguda hata yok.
Mesajlar çok güzel…
Vicdan…
Suçun birçok niteliği olduğu bir gerçek, bunu kabul etmek gerek…
Neyin suç neyin suç olmadığı; vicdan denen olgunun her daim devrede olması…
Suçlunun, olay mahaline mutlaka uğrayacağı gerçeğinden, suçlunun bulunması tarihi bir ders niteliğinde…
Kişinin ve toplumun değer yargıları, suçu aynı zamanda cezayı belirlemekte…
Her suçun bir cezası vardır.
Yasalar, kanunlar…
Rus edebiyatında daha bir sürü kaliteli yazar ve eserleri mevcut. Her birisi okunmaya, üzerinde konuşulmaya değer.
İyi ki Rus yazarlar, bizler için okunabilecek bu eserleri bırakmışlar.
Darısı Türk yazarlara…
“İnsanoğlu garip bir yaratık” der birçoğu, öyle olduğunu var sayar.
Kendilerince haklı da sayılırlar. Kim yaşanan şeylere farklı bir anlam yüklemez ki!
Gündelik yaptığımız hareketler bile bilinmeze yorulur.
İnsanların konuştuğuna bakarsanız bilinen bir şey yoktur.
Her şey bilinmezdir.
Bilinmez adeta kutsanır.
“Nasıl ya!” dersiniz.
İnanın yaşamda var olan her şey için bir bilinmez vardır.
Toplumun yaşam felsefesi bu bilinmezlik üzerine kurulmuştur.
En basit düşünen, ilişkilerini çıkar üzerine kuran, meseleye faydacı bakan canlıdır insanoğlu.
Bilinmeyecek, teşhis konulamayacak, garipsenecek hiçbir yanı yoktur.
Basit, bayağı…
Sıradan…
Kimse boşuna kendisini yormasın.
Öyle saçma sapan bir gizem yaratmasın.
Bedensel, ruhsal bir hastalık varsa doktorlar teşhisi koyar, tedavi eder geçer gider.
Toplum işte ne diyeceksin…
Tutturulmuş bir yol gidiyor.
Bir varmış, bir yokmuş misali…
Bugün varız yarın yokuz.
Bunu konuşalım, bunu dert edinelim.
Dert edinelim ki güzel ve kaliteli bir yaşam sürelim.
İnsan öldüğünde en yakınının unutma süresi on sekiz aymış.
Yani on sekiz ay sonra acısı dinermiş.
Çok sevdiklerinin, “Onlar olmadan asla olmaz” dediklerinin on sekiz ay sonra unutacak olması…
Düşününce içim acıdı bir an…
İyi bir iş, geniş bir ev, bir araba, emeklilik hayalleri, “Hele şu da olsun rahatlayacağım.” derken bir bakmışsın hayatın sonuna gelmişsin.
Lakin bizim yaradılış sebebimiz araba, ev, bağ, bahçe değil ki…
Hiçbir değer üretmeden, iz bırakmadan yaşanan bir hayat seksen yıl değil de sekiz yüz yıl olsa ne yazar!
On sekiz ay da unutulduktan sonra…
Yazık oluyor bize.
Çok ucuza gidiyoruz.
İnsanın yetiştirdiği öğrencileri olmalı, öğretmen olmasa bile…
Yazdığı ya da yazmaya niyetlendiği bir kitabı olmalı…
Şiir yazmalı ya da şiir okumalı…
Doğa ile iç içe yaşamlı, hayvanları sevmeli…
Tanımadığı, adını bile bilmediği insanlarda iz bırakmalı…
Birileri çevirmeli yolunu, “Siz beni tanımazsınız ama ben sizi tanıyorum, siz benim hayatımı değiştirdiniz” demeli yıllar sonra…
İnsanlara selam vermekten korkmak şöyle dursun, tanımadığı onlarca insanın yüreğine dokunmalı, sohbet etmeli, dertleşmeli, arkadaş olmalı…
İnsanların hayatına dokumalı…
İkinci bir kere dünyaya gelmeyi istememeli…
Başka bir yaşamın özlemini çekmemeli…
Dünya nimetlerini başka yerlerde aramamalı…
Velhasıl kelâm, eşyaya ve kula kul olmak değil, iyi ve verimli bir insan olmak önemli …
Ah bu çok fazla dünya telaşesine dalmışlığımız yok mu?
İyi ve güzel yüreği olan herkese selam olsun…
Sanırım ne demek istediğim anlaşıldı.
Bir ot gibi değil bir insan gibi yaşamalı şu güzelim dünyada.
Yaşamanın hakkını vermeli…
İnsanoğlu işte…
“Gereğini yerine getirdim! En güzel şekilde yaşadım!” diyenlere, selam olsun.
Selam olsun güzel insanlara…
İnsanoğluna…
İnsana…
Ah şu yazarlar, ne güzel insanlar, bizlere hayatı ne güzel anlatırlar.
Gülmek, ağlamak, hüzünlenmek, dert edinmek, empati kurmak, ders çıkartmak hepsi onların sayesinde…
Ne kadar çok kitap o kadar bilinç, bilgi…
İyi ki yazarlar, kitaplar var, iyi ki de yazmışlar.
Dünya klasikleri başlı başına bir öğretidir, birçok şeyi o kitaplardan öğrendik.
Gezmeden, görmeden, duymadan oturduğumuz yerden dünyayı tanımak…
LevTostoy, Gorki, Fyodor Dostoyevski, Victor Hugo, Honoré de Balzac, William Shakespeare, Johann Wolfgang Von Goethe, Charles Dickens, NikolayVasilyeviç Gogol, Stendhal…
Adını sayamadıklarım, ne büyük insanlarsınız.
Her birinizin önünde saygıyla eğiliyorum.
İnsanlığa ışık oldular.
Dünya klasikleri olur da Türk klasikleri olmaz mı?
Namık Kemal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nazım Hikmet Ran, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Halide Edip Adıvar, Aziz Nesin, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Bekir Yıldız, Oğuz Atay ve adını yazamadığım yazarlar da ülkemizi anlattılar.
Her bir yazar ayrı bir dünya…
Yaşama açılan ayrı bir kapı…
Çukurova’yı Yaşar Kemal’den okumalıdır.
İnce Memed, gerçek anlamda bir başyapıttır.
İsterim ki Yaşar Kemal’in kitaplarını tekrar tekrar okuyayım.
Çukurova’yı içimde hissedeyim.
“Dağın Öte Yüzü” kitabını uzun bir aradan sonra tekrar okumak istedim.
Kitap, Toros dağlarının bir yüzünde yaşayan köylülerin, Çukurova’ya iniş süresince karşılaştığı güçlükleri anlatan, insanın doğayla mücadelesini ele alan bir kitaptır.
Ali ve onun yaşlı annesinin, köyden pamuk toplayacakları yere giderlerken başlarından geçen olaylar anlatılır.
Başka hayalleri olan, daha fazlasını isteyen Ali için bile artık sadece zamanında varabilmek önemlidir. Yoksa aç kalacaklardır.
Uzun Ali: Hırsız İbrahim’in oğlu Ali, iyi niyetli biridir. Annesini atla Çukurova’ya götürmek ister ve yolda yaşlı Koca Halil’i ata bindirir. Köydeki en cesur adam olarak bilinir. Muhtara tüm gerçekleri anlatabilen kişidir.
Meryemce: Uzun Ali’nin annesidir.
Elif: Uzun Ali’nin karısıdır. Kocasını seven ve kayınvalidesi Meryemce’ye saygı duyan iyi kalpli bir kadındır.
Koca Halil: 80 yaşında bir adam. Koca Halil, köyde pamuk toplama zamanının geldiğini bildiren kişidir. Ağzı bozuk küfürler saçan bir karakterdir.
Meryemce’nin yolda çektiği çile insanın iliklerine kadar işliyor, insan ölüp ölüp diriliyor.
Öyle bir an geliyor ki, artık bitsin bu çile, diyorsun.
Uzun Ali’nin yolda ne hale geldiğini ise anlatmaya kelimeler yetmez.
İsyan etmek, haykırmak bile yetersiz kalır.
Nasıl bir acıdır, nasıl bir dramdır.
Sanki roman kahramanları değil de siz o yolu yürüyorsunuz.
Romanın içindesiniz.
Hayran kaldım.
Bir olay anca bu kadar güzel ve etkileyici anlatılabilir.
Resmen olayı yaşıyorsun, olayın içindesin.
Bu büyük edebi başarıdır.
Yaşar Kemal, boşuna büyük bir yazar olarak anılmamış, Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmemiş.
Boşuna değilmiş, İnce Memed’i herkesin okuması.
Helal olsun!
Ne diyelim…
Toplumu oluşturan bireyler olarak, kişiliğimizi, kimliğimizi ifade eden bazı davranışlar sergileriz; sergilediğimiz bu davranışlar, bizim kim olduğumuzu ifade eder.
“Sen kimsin?” sorusuna verdiğimiz en güzel cevap, toplum içindeki var ettiğimiz davranışlarımızdır.
Biz neysek, davranışlarımız da odur.
Ne iyi adam!
İyi insan!
Adam gibi adam!
Hiç yakıştıramadım!
Olmadı!
Adam mı?
Cümlelerini çok duyar, kişilerin tanımlanmasında da çok kullanırız.
İster kabul edelim ister kabul etmeyelim, kişinin toplumdaki yeri davranışları kadardır.
Ne kadarsak o kadarızdır…
Herkes için bu böyledir.
İster cahil, ister okumuş olsun hiç fark etmez kişi, toplum içinde nasıl bir davranış sergilerse, toplum kişiye o davranışa göre değer verir.
‘Sen cahilsin, sen okumuşsun’ demez.
Böyle bir ayrıma da gerek duymaz.
Zülfü Livaneli, akademisyenlerin bazıları için: “Türkçeyi bile doğru dürüst konuşamıyorlar, bilimden bir haberler.” demişti.
Akademisyenlerin, ekran karşısında doğru dürüst konuşamadıklarını, alanlarına hâkim olmadıklarını, yeterli donanıma sahip olmadıklarını fark etmek zor değildir.
Ziya Paşa bir beytinde diyor ki: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/ Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”
Aynen öyledir.
Fazla söze gerek yoktur.
Küçük ya da büyük düşünmek, kişinin mevkisi ile ilgili değildir.
Kişi, doçentte olsa profesörde olsa kendini geliştirememişse, bilimsel bir ürün ortaya koyamamışsa ‘küçük düşünüyor’ demektir.
Kendini yetiştirdiği oranda kişi büyük olur, büyük düşünür.
Küçük düşünenleri suçlamıyor, yargılamıyorum.
Toplumsal yaşamda kabul görmüş davranış şekilleri vardır; bu davranış şekli tüm topluma zuhur etmiştir.
Toplum neyse birey de odur.
Birey aileden, sokaktan, okuldan ne gördü ise onu öğrenir.
Hariçten bir şey öğrenmez.
Öyle bireyler çıkar ki birilerinden, bir yerlerden etkilenir, bir şeyler öğrenir.
Bilgili, bilinçli birey olur.
Bilgili, bilinçli birey için de çözülemeyecek mesele yoktur.
Küçük sorunlar mesele olmaktan çıkar.
Büyük düşünür, büyük yaşarlar…
Sokağa indiğinizde “iyi insan kime denir?” dediğinizde başlarlar madde madde saymaya…
Belki de en çok bilinen, “iyi insan, ideal insan kime denir?” sorusunun cevabıdır.
İyi insan, ideal insan büyük düşünen insandır.
Okudukça, araştırdıkça, sorguladıkça büyük düşünülür ve büyük insan olunur.
Hiç dert edinmeyecek şeyleri dert etmek, küçük sorunları büyütmek, sorun edilmeyecek meseleleri sorun etmek küçük düşünmektir.
Toplum, küçük düşünen insanlarla doludur.
Basit hesaplar yapmak da küçük düşünen insanların davranış şeklidir.
Kişi, büyük düşünmelidir.
Büyük yaşamalıdır.
Ataol Behramoğlu “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir şey Var” şiirinde şöyle der:
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına…
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır.
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana…
Şairinde dediği gibi küçük düşünmek, kişiyi küçültür.
Büyük düşünmek büyük yaşamak gerek hayatı.
Yaşamak şakaya gelmez, gelmemelidir de çünkü, hayat küçük düşünüp küçük yaşayacak kadar değersiz değildir.
Dünyaya bir kez gelen insan, hayatı en iyi şekilde yaşamalı ve yaşamın hakkını vermelidir.
Büyük düşünmek, tüm küçük sorunları çözecek insanların yaşamdan zevk almasını sağlayacaktır.
En çok kötülük küçük düşünmekten gelir.
Küçük düşünen insanlar, yaşamı hem kendilerine hem de başkalarına zehir ederler.
Kardeşim, yaşadın mı büyük yaşayacaksın!
Bu kadar!
Hatırlar mısınız bilmem ama cehalete övgüler düzen bir profesör vardı. Televizyon ekranlarından “Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor.” demişti.
Yine bir öğretim görevlisi, “Cahil kesime güveniyorum.” diyerek, cahilliğe övgüler yağdırmıştı.
Okuyarak ya da siyaseten bir yerlere gelmiş insanların ağızından, cahilliği öven daha bir sürü söz ya da konuşma örnekleri verilebilir.
Cahilliği övecek değilim.
Cahillik övülmez, onunla mücadele edilir.
Ülkemiz tarih boyunca da hep cahillikle mücadele etmiş, bu konuda da büyük yol almıştır.
Cumhuriyetin kurulması ile birlikte Atatürk, ülkede topyekûn bir aydınlanma hareketi başlatmış, toplumun her alanında ciddi adımlar atılmasını sağlamıştır.
Bugün ülkemiz bir Ortadoğu ülkesi değilse bu cahilliğe karşı verilen aydınlık mücadelesindendir.
Tabii ki cahillik ülkemize has bir mevzu değildir, tüm dünyanın en çok muzdarip olduğu bir meseledir.
Cahil, nerede hangi ülkede olursa olsun cahildir.
Konumuz “Okumuş! cahiller”…
Okumayı, kitabı, akademik eğitimi ne kadar önemsediğimiz ortadadır.
Bizim için okumuş olmak, eğitimli olmak çok önemlidir.
Okumuş, eğitimli insanların yeri bir başkadır.
Okumuş, eğitimli insan az çok bir şeyleri bilen insandır. Onunla bir takım meseleler konuşulabilir, mantıklı çözümler üretilebilir, ortak kararlar alınabilir, alınan kararlar hayata geçirilebilir.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, okumuş, eğitimli insan demek ülkenin en büyük değeri demekti.
Okumuş insanlar da kendilerine verilen değeri bilir, kendilerine verilen değerin ağırlığında hareket eder, ona göre davranış sergilerlerdi.
Okumuşluk, bir toplumun değişiminde, dönüşümünde en etkili güçtür. Okumuşluk arttıkça toplumdaki değişim, dönüşümde o oranda artar, medeni bir toplum olma yolunda ülke, o oranda ilerler.
Her şeyde olduğu gibi okumuş olmakla ilgili bizde farklı bir durum söz konusudur.
Son zamanlarda “okumuş cahiller” kavramı ortaya çıkmış, bu kavramı temsil eden büyük bir kitlenin var olduğu anlaşılmıştır.
Garip ama gerçek…
Okumuş insanlar, cahil insanlar gibi davranış sergiliyorlar, hatta okumuşluğun vermiş olduğu cesaretle, cahil insanlardan daha fazla cahilce davranıyorlar.
Her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmiyorlar.
Maalesef böyle…
Oysaki okumuş insanlar, toplumların yasasını, hukukunu, geleneğini, göreneğini, kültürünü bilen insanlar olarak görülür.
Okumuşluğun temeli, öğrenmekten, bilmekten gelir.
Adı üzerinde okumuştur.
Bir zaman şöyle bir haber çok konuşulmuştu: “Ülkenin okumuşları eşlerine daha çok şiddet uyguluyor.”
Şaşılıp kalınmış, neden denilmişti?
Neden?
Neyi biliyoruz, şiddetle cahillik paraleldir.
Cahillik artarsa şiddette artar…
Kurallara uymada, anayasal hakların hayata geçirilmesinde, toplumsal hayat kalitesini artırmada okumuş cahillerin maalesef ciddi bir engel teşkil ettiği bir gerçektir.
Okumuşlukla cahilliğinin nasıl yan yana gelebildiği ciddi bir kafa karışıklığı yaratmaktadır.
Yıllarca cahilliğin panzehri olarak okumuşluğu gösteren birisi olarak, bu iki zıt kavramın nasıl yan yana geldiğini anlamak gerçekten çok zor.
Anlamak mümkün değil!
İnsan şaşıp kalıyor.
Okumuş cahilleri görünce, “Biz nerede hata yaptık!” diyoruz.
Yanlış nerede?
Yanlış olan ne?
Medeni, çağdaş bir ülke olmak için ülkenin tüm yasal, anayasal adımlar atılmakta…
Ülkenin tüm imkânları cahilliği yok etmek için seferber edilmekte…
Bir yerde bir yanlış var ama o yanlışın ne olduğu bilinmemekte…
Cahilliği yok edeceğiz derken, bir sürü okumuş cahil türemekte…
Ne diyelim!
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.